KOCAELİ BİTHYNİA TARİHİ - TARİH ÖNCESİ VE HELENİSTİK DÖNEM F.YAVUZ ULUGÜN KALEMİNDEN...

 


Buzul Dönemlerinde Marmara; Gölden Açık Denizlere

Bithynia, Anadolu ve Trakya arasındaki kültürel, siyasal ve ticari ilişkilerde, çağlar boyu doğal bir köprü

görevi görmüştür. Ancak tarihsel süreç içinde doğal olarak jeolojik farklılıklar da yaşamıştır.

 

İzmit Körfezi çanağında Hersek Burnu - Kaba Burnu arasında yapılan sondajlarda - 58.25 m ila - 71.55

m derinlikte elde edilen çakılların, İzmit Vadi’sinde akan bir ırmağın ilk yatağındaki çakıllar olduğu

sanılmaktadır. Bu nehrin son evrelerinde iki kola ayrılarak, İzmit Vadisi güney ve kuzey yamaçlarına

yakın bölgelerden aktığı ve böylece vadinin genişlediği düşünülmektedir. Çakılların ilk toplanmaya

başlaması, Mindel-Riss buzul arası çağa yani 255 ila 290 bin yıl öncesine denk düşmektedir. Bu

tarihleme aynı zamanda bölgedeki tektonik hareketlerin başlangıcını da vermektedir. Anlaşıldığı üzere

Doğu-Batı atılımlı fay hareketleri Körfez’de çökmelere neden olurken [1] nehrin yatağının da oluşmasına

katkı vermişler ya da doğrudan sebep  olmuşlardır.

 

Neojen’de oluşmaya başlayan İzmit Körfezi çanağı, Kuvaterner dönemde önemli fay hareketleri ile son

şeklini almıştır. Saha, Pliyosen sonlarında aşınım sürecine girmiş ve bu sırada nisbeten yüksek

kısımlar, aşınım sonucu alçalıp düzleşmiştir. Daha sonra tektonik hareketler sonucunda bugün İzmit

Körfezi’nin bulunduğu kesim ile onun doğu ve batı uzantıları, Kuzey Anadolu Fay Zonu’na bağlı olarak

çökerken, her iki tarafta Kocaeli Yarımadası ile Samanlı Dağları yükselmiştir. Böylece tektonik

hareketlerle dar, uzun ve derin “graben” yani bir çöküntü hendeği olan İzmit Körfezi çanağı oluşmuş[2]

ve Geç Pleyistosen’de Akdeniz’in tecavüzlerine maruz kalan Marmara Denizi ve dolayısıyla İzmit

Körfezi çanakları Akdeniz suları ile işgal edilerek İzmit Körfezi meydana gelmiştir.[3]

 

Elde edilen örneklerin analizleri Marmara Denizi ile Akdeniz arasında sürekli değil, aksine kesintili

bağlantılar olduğunu ortaya koymaktadır. Gözlenen en eski ilişki Geç Pliyosen-Alt Pleyistosen’de

gerçekleşmiştir. Bu da bağlantıların 8-900.000 yıl önceye uzandığını göstermektedir. Söz konusu

bağlantıların Pliyosen’e yani 2 milyon yıl öncesine uzayabileceğinin de buluntuları vardır. Bunu izleyen

bir diğer bağlantı da Alt-Orta Pleyistosen’de olmuştur. Verilerin bize aktardığına göre son bağlantı, Üst

Pleyistosen-Holosen döneminde yani yaklaşık 35.000 yıl öncedir.[4]

 

Çanakkale Boğazı yolu ile Marmara-Akdeniz bağlantısı son olarak İÖ 12000-9500 yılları arasında

gerçekleşmiştir. Ancak İzmit Körfezi dip tortullarından elde edilen veriler bu bağlantının az önce de

değindiğimiz üzere 35.000 yıl önce de var olduğunu göstermektedir.[5] Marmara Denizi dip tortulları da

aynı şekilde Üst Miosen’de bir Akdeniz-Marmara bağlantısının kanıtlarını sunmaktadır. Bu bağlantı,

Çanakkale Boğazı yerine olasılıkla Biga Dağları eteği boyunca Lapseki-Gülpınar üzerinden güneye

uzanan bir yüzey suyolu ile gerçekleşmiştir. Bu yolun Conk Bayırı üzerinden de Ege’ye bir bağlantısı

olmuş olabilir. [6] Marmara Denizi ve Boğazlar bölgesi Orta Miosenden beri Akdeniz bağlantısına ek

olarak Karadeniz havzası için de bir geçit alanı olmuştur. Bu bağlantı, başlangıçta yani Üst Miyosen ve

Pliyosen’de geniş ve yayvan deniz geçitleri halinde iken günümüze doğru yani Pleyistosen ve

Halosen’de giderek daralıp derinleşen boğazlara dönüşmüştür. Bunun nedeni, Pliyosen evresinde 

Marmara’da  başlayan tektonik derinleşmedir. Marmara denizi tektonik oluğu Miyosen’den günümüze

kadar 4100 m derinleşmiştir.[7]

 

Biraz açmak gerekir ise, Alt Pleyistosen’de, Karadeniz’den acısulu bir deniz uzantısı bugünkü

boğazlardan daha geniş ve sığ olan bir başka oluktan geçerek Ege’ye bağlanmıştır. Bu döneme ait

Marmara-Karadeniz bağlantısının İstanbul Boğazı eşiği üzerinden mi, yoksa son bilgiler ışığı altında

ısrarla öne sürülen Sapanca Gölü-Sakarya Boğazı üzerinden mi olduğu konusu henüz kesinlik

kazanmamasına [8] karşın, Karadeniz faunasının Sapanca Gölü’nde endemik, İzmit Körfezi’nde ise

yaygın olarak yer almış olduğu yönündeki[9] veriler, olasılıkla Orta Pleyistosen’de Marmara Denizi-

Karadeniz bağlantısının, İzmit Körfezi-Sapanca Gölü-Sakarya vadisi üzerinden gerçekleştiğini

vurgulamaktadır.[10]

 

Yaklaşık 2-2,5 milyon yıllık  dönemi kapsayan Kuvaterner’deki 4 büyük buzullaşmanın  sonuncusu

yaklaşık 10.000 yıl önce sona ermiştir. İzmit Körfezi’ndeki en eski denizel çökelimin en az 1 milyon yıl

önceye gitmesi buradaki tortullaşmaların buzullarla etkileşmini ortaya koymaktadır. Yine de

jeomorfolojik çalışmalardan elde edilen bulgular, buzullaşmaların Anadolu’nun daha güneyde olması

nedeniyle Avrupa’daki kadar etkili olmadığını göstermektedir. Bu nedenle buzul dönemlerinde

Anadolu, “pluvial devir” olarak bilinen bol yağışlı ve nispeten ılıman bir iklimin etkisinde kalmıştır. Tüm

palinojik buluntular, bölgenin günümüz bitki örtüsünün geçmişteki dönemdekine benzer bir görünümü

az çok koruduğunu ortaya koymaktadır.[11]

 

Buzullar döneminde deniz seviyesinin bugünkünden 100-120 m daha alçak olması nedeniyle “Son

Buzul Çağı” ve sonrasında (İÖ 16000-7000) Marmara Denizi ve Karadeniz tatlı su gölleri halinde,

Çanakkale ve İstanbul Boğazları ise birer vadi durumunda idi. Ancak İzmit Körfezi-Sapanca Gölü-

Sakarya Nehri’nin birleşiminden oluşan bir başka boğaz vardı.[12] İÖ 16.000’lerden itibaren buzulların

erime sürecine girmesi özellikle İÖ 12-11000 yıllarına gelindiğinde yani Pleyistosen’den Holosen

dönemine geçişte sıcaklıklar arttı. Böylece kuzey ülkelerini kaplayan buzulların erimesi ile göllerin su

seviyesi sıcaklık nedeniyle düşerken hatta bazıları tümüyle kururken, denizlerin seviyesi ise tersine

tüm dünyada yükselmeye başladı. Yükselme, bazen yüzyılda 1 m’yi aşarak İÖ 6000 yıllarında

günümüzdeki seviyelere ulaştı. Bu yükselme etkisini en çok Batı Anadolu kıyıları, Marmara ve

Karadeniz’de gösterdi. İÖ 7000 yıllarına gelindiğinde deniz yüzeyi 35 m kadar yükselmişti. Artık su

seviyesi Çanakkale ve İstanbul boğazlarının taban seviyesi üzerine çıkmaya başlamış ve böylelikle

Marmara ve Karadeniz göllerine tuzlu su karışmaya başlamıştı. İÖ 5000 yıllarına gelindiğinde

Çanakkale ve İstanbul boğazları iki denizi birleştiren önemli bir su yolu durumuna dönüştürmüştü.[13]

 

Göller kururken en önemli nokta, bunun sonucu ortaya çıkan alüvyon ovaları nedeniyle İÖ 9000

yıllarından sonra insanlar yerleşimlerini bu ovalara kaydırdılar ve köyler kurarak yerleşik yaşama

geçtiler. Kadıköy ve Fikirtepe’de, tatlı ve acı su ile tuzlu su koşullarında yaşamış deniz hayvanlarına ait

örnekler, Marmara’daki bu değişimin kanıtlarından biridir. Deniz seviyesindeki böylesi yükselmeler ve

tektonik çökmeler nedeniyle, özellikle bugünkü İzmit Körfezi kıyısına yakın tarih öncesi yerleşimlerin

pek çoğu Marmara Denizi’nin suları altında kalmış olabilir.

 

Kocaeli’nin Marmara Denizi’ne kıyısı olmayan tek ilçesi Kandıra çevresine gelince, dere ve deniz

kıyılarında Üst Kratese döneme (97-65 milyon yıl önce) ait Kandıra taşı olarak da bilinen biomilerit adlı

derin deniz çökeltilerine ve buna paralel olarak Doğançalı civarında fosil resiflerine rastlanmaktadır. Bu

da bölgenin denizle kaplı olduğuna ve bazı bölgelerde mercan resiflerinden oluşan adacıklar

bulunduğuna işaret etmektedir.

 

Kandıra-Adapazarı yönünde Paelosen-Eosen döneme (65-35 milyon yıl önce) ait marn tabakasına

rastalanırken Kandıra-İzmit güzergahında kumlu filiş görülmektedir. Karabacaklı, Pirceler, Ferdenli ve

Gökçeler civarlarında Eosen ( 55-35 milyon yıl önce) döneme ait nümmülitli kireç taşı hakimken, birer

denizaltı volkan bacası olan Baba Tepesi ve yakınlarındaki Sarımeşe (Malaklar, Küçük ve Büyük Balcı

arasında) ile Sarıahmet Tepe’nin (Kandıra’nın kuzeyinde Doğançay yakınlarında) % 80 andesit’ten

oluştuğu görülmektedir.[14]

 

 

Prehistoria

Kendi geçmişini araştıran Avrupa uzun bir süre uygarlığının kökenini Mezopotamya odaklı bir kültür

yayılımına bağlamıştı, ancak son yıllarda özellikle “karbon 14” yönteminin sunduğu yeni verilerle “Çok

Doğrulu-Çok Seçenekli Çözümler” başlığı altında, aynı süreçte, çeşitli bölgelerde, aynı koşullar içinde

uygarlıklar gelişimi olabileceğini kabul edilmeye başlanmıştır..

 

İşte, Trakya’yı ve Bithynia’yı ilginç duruma getiren bu yeni bakış açısıdır; çünkü Avrupa uygarlığının

analizinde, hangi ögelerin ne ölçüde Anadolu’dan aktarıldığı, hangilerinin bölgede bağımsız olarak

geliştiği, ancak Trakya’da yapılacak çalışmalar ile saptanabilir. Ancak, ülkemizde arkeologların önüne

çıkan engeller ve olanaksızlıklar, bu çalışmaların daha çok Bulgaristan gibi Balkan ülkelerinde

yoğunlaşmasına neden olmuştur.

 

1979 yılından bu yana İstanbul Üniversitesi Prehistoria Ana Bilim Dalı tarafından yürütülen Trakya

Projesi kapsamında,... (Bithynlerin bir Trak kavmi ve Bithynia’nın Anadolu’dan Trakya’ya bir kapı

olması nedeniyle doğal olarak Doğu Marmara’yı da kapsadı)... 1984-85 yılları arasında özellikle Şile,

Kefken, İznik, Yenişehir bölgelerinde yüzey taramaları gerçekleştirildi.[15] ….(En son Ayşe Çalık

Ross, Kocaeli genelinde bir yüzey araştırması yaptı. Sonuçları eklenmeli)……….

 

Paleolitik Çağ: İlk Üretim Biçimi; Toplayıcılık ve Avcılık

İlk insan topluluklarının yaşam düzenleri, avlanma ve yenilebilir  bitkilerin derlenmesine dayanıyordu.

Bunların barındıkları yerler de, mağaralar ve doğal etkilerden az da olsa korunmuş olan kaya

sığınaklarıdır. Bu bakımdan, insanlar daha bereketli avlanma alanlarını değiştirebiliyorlardı; belirli bir

mekân veya konutla yaşam alanları sınırlandırılmış değildi. Bu insanların bıraktıkları maddi kültür

belgeleri, yani onlardan günümüze kadar gelebilmiş kalıntılar, genellikle, çakmak taşlarının yontulması

ile biçimlendirilmiş baltalar, kesiciler, deliciler ve kazıyıcılar gibi aletler olduğundan, yarattıkları kültüre

Eski Taş Devri demek olan Paleolitik çağ adı verilmektedir. Diğer yandan, yaşam biçimlerinin henüz

besin üretimi aşamasına erişmediği görülmektedir. Besinlerini üretmemelerine karşılık, bu insanların

yaratıcı güçten yoksun oldukları söylenemez. Yaptıkları taş aletlerin yukarıda saydıgımız işlevlere

uygun biçimlerde işlenmesi, mağaralarda görülen boyalı resimler, insan düşüncesinin daha bu devirde

olgun bir düzeye eriştiğini kanıtlamaktatadır.

 

Paleolitik Çağ’ın en erken devrelerinden başlamak üzere sıcak ve soğuk evrelerin birbirini izlediği

değişik iklimler var oldu. Alet yapan ve mağaralarda yaşayan ilk toplayıcı-avcıların ortaya çıktığı

dönemde göreceli olarak ılıman bir iklim hakimdi. Anadolu’nun büyük bir kısmı bozkır ve çöl-bozkır

görünümündeydi. Gerçek anlamda orman örtüsü yalnızca Karadeniz kıyı kesimindeydi. Isının

yükselmesi öncesi göllerin çoğu bugünkünden daha geniş alanlar kaplıyorlardı. Örneğin bölgemizdeki

İznik Gölü’nün bugünkü düzeyden 80-145 m daha yüksek su seviyeleri olduğunu gösterir teraslar

vardır.

 

Kocaeli Yarımadası’nda tesbit edilmiş Paleolitik dönem yerleşimleri,  Karadeniz kıyısında  Riva,

Mürselibaba, Dereağzı, Domalı, Kumbaba, Kısırkaya, Ağva, Manastır; iç bölgelerde Göksu, Dudullu,

Sultan Çiftliği; Marmara kıyısında ise Pendik ve Hacetderesi’dir.

 

Son Taş Devri anlamındaki Epipaleolitik çağda da insanların yine taş aletler kullandıkları, ancak besin

üretimine geçmemekle beraber toplayıcılık ve avcılıkta daha yoğun faaliyet gösterdikleri

anlaşılmaktadır. Yaşam biçimdeki en köklü değişme kuşkusuz insanların besin üretimine geçmeleri ile

meydana gelmiştir.Yabani tahıl türlerinden elde edilen tohumların ekilmesi ile başlayan ve giderek

gelişen tarıma paralele olarak bazı hayvanların evcilleştirilmesi sonucunda insanlar besinlerini

ürettikleri topraklara bağlanmaya mecbur kalmışlar, ve böylece göçebelik devri sona ermiştir. Tarım

toprakları daha çok ovada bulunduğundan, mağara ve kaya sığınaklarında yaşayıp, uzak tarlalara

gitmenin zorluğu hemen anlaşılmış, bu ihtiyaç konut yapımı gereğini ortaya çıkarmış. Gerek besinlerin

üretilmesi, gerek ilk yerleşik köy toplumlarının oluşması, insanlık tarihinde yeni bir çağın

başlangıcıdır.Yeni Taş Devri anlamına gelen Neolitik çağ, bu yüzden bir devrim olarak nitelenmektedir.

 

Oldukça bozuk topografik yapıya sahip olan Anadolu’da ilk yerleşmeler 10.000 yıl kadar önceye dek

uzanmakla birlikte, kent olarak nitelenebilecek ilk yerleşim alanları İÖ 3. bin yılın sonları ve 2. bin yılın

başlarında belirmeye başlar. Hitit İmparatorluk Çağı’nda nüfusun daha büyük yerleşme yerlerinde

toplanmasıyla kentsel kuruluşların sayısı giderek artmaya başlamıştır.

 

Bu çalışmamızın odak noktası Bithynia olmasına karşın, Anadolu’nun hem bir kavimler geçiş noktası,

hem de kültürlerin yoğuştuğu bir bölge olması, bu bağlamda da Kocaeli Yarımadası’nın Avrupa ile

Asya arasında dar bir geçiş yolu oluşturmasının doğal sonucu olarak, Bithynia tarihini Trakya ve

Önasya tarihlerinden soyutlamak mümkün değildir. Bu nedenle konu ettiğimiz dönemlere bağlı olarak

Anadolu’nun tarihsel geçmişinin ana hatlarını bir kronolojik sıralama ile aşağıda sunmakta yarar var:

 

*Neolitik  İÖ 9500-5500

*Kalkolitik İÖ 5500-3000

*Eski Tunç  İÖ 3000-2000 Hattiler

*Orta Tunç İÖ 2000-1500 Hitit Krallık

*Geç Tunç İÖ 1500-1200 Hitit imparatorluk

*Demir Çağı İÖ 1200 den sonra

*Deniz Kavimleri Göçleri/Karanlık süreç İÖ 1200-1000

*Küçük Asya’da ilk Yunan koloni yerleşmeleri İÖ 1000

*Geç Hititler ve Luviler İÖ 1000-700

*Urartu İÖ 900-600

*Frig İÖ 8. yy.

*Lid Krallığı İÖ 560-547

*Akhamenid Pers İmp. İÖ 546-330

*B. İskender İmparatorluğu

*Yunan Kent Devletleri ve Seleuskosoğulları Krallığı İÖ 323-64

*İran Part Kralları İÖ 247 – İÖ 224

*Bithynia ve Mithridates  İÖ 264-74

*Bithynia’da Roma Dönemi İÖ 74’den sonra

 

Neolitik Dönem

Son buzul çağının bitişiyle iklimde meydana gelen değişim daha ılıman ortamda yaşayan bitki ve

hayvan türlerinin çoğalmasına olanak vermiş, günümüzdekine benzer doğal bir ortam oluşmuştur.

Arpa, buğday gibi bitkilerle koyun, keçi ve domuz gibi hayvanların yabani ataları bu ılıman ortamın

flora ve faunasının arasına girmiştir. Bu olumlu değişimin sonucunda insanlık tarihinin ilk büyük

devrimi olarak kabul edilen “Neolitik Devrim” yaşanmıştır. 

 

Bu dönemde Anadolu’nun güney kesimlerinin uygun şartlara sahip olması ve sözü edilen bitki ve

hayvan türlerinin doğal yaşama alanı olması nedeniyle Neolitik Çağın ilk kez burada başladığı

düşünülmekte ve bu düşünce de arkeolojik verilerle sürekli olarak desteklenmektedir. 

 

İnsan topluluklarının bu dönemde üretime geçmesi bir dizi gelişmeyi de beraberinde getirmiştir. Artık

beslenmek için av hayvanlarının peşinden göç etmeye veya tükenen bitkilerin yerine yenilerini

aramaya gerek kalmamış, aksine ekilen tohumların yetişmesini, üreyen hayvanların büyümesini uzun

süre bir yerde bekleme gereği doğmuştur. Bunun sonucu olarak da insanlar göçebe hayat tarzından

yerleşik düzene geçmeye başlamışlar, ilk köy toplumları da böylece yavaş yavaş ortaya çıkmıştır.

Güneşte kuruyan çamurun sertleşmesinin öğrenilmesiyle ilk evler, daha sonra da kilin pişirilmesiyle

çanak çömlek yapımı gelişmiştir. 

 

Akeramik (Çanak-çömleksiz) Neolitik Dönem 

Neolitik Çağın ilk evresinde insanoğlu ilk yerleşimleri kurmuş olmasına rağmen henüz topraktan çanak

çömlek yapma aşamasına gelememişti. Bu ihtiyacını ahşap ve taşları oyarak biçimlendirdiği kap

kacaklarla sağlamışlardır. Bu nedenle bu döneme “Akeramik/Seramiksiz Neolitik Dönem” adı verilir

 

Akeramik Neolitik dönemden sonra insanlar yavaş yavaş kilin özelliklerini keşfetmesi ve kilin

şekillendirilip ateşte pişirilmesiyle keramikli dönem başlamış oldu. Bu dönem keramikleri monokrom

olarak yapılmıştır. Acemice pişirme teknikleri yüzünden genellikle dışları siyah, içleri ise kırmızı

kalmaktaydı. Keramikli Neolitik, Erken ve Geç Neolitik olmak üzere iki evrede incelenmektedir. 

 

Erken Neolitik Dönem 

Bu dönem yerleşmeleri daha çok Anadolu’nun güney yörelerinde yoğunlaşmışlardır. Çatalhöyük

binden fazla konut ve 6000’e ulaşan nüfusu ile Yakın Doğunun en büyük Neolitik yerleşmesi olarak

kabul edilmektedir.

 

Avcılığın önemi sürmesine rağmen tarım ve hayvancılık oldukça ilerlemiştir. Buğday, arpa, mercimek,

bezelye gibi ürünler tarıma alınmıştı. Önce büyük baş hayvanlar daha sonra da koyun ve keçi

evcilleştirilmiştir. Seramikler elde biçimlendirilip tek renkli olarak, kalın çeperli, ağır ve basit şekillerde

yapılmışlardır. Seramiklerin yanında dokumacılık ve sepetçiliğin varlığı mezar buluntularından

anlaşılmaktadır. 

 

Geç Neolitik Dönem

Bu dönem ekonomisinde avcılığın yeri oldukça azalmış, bunun yerine kuru tarım yaygınlaşmıştır.

Çanak çömlek yapımı da iyice yaygınlaşmış, elde biçimlendirmenin devam etmesine rağmen daha

ince çeperli, daha iyi pişirilmiş, kahve, gri, devetüyü renklerinde seramikler yapılmıştır. Oldukça az

sayıda krem astar üzerine kımızı bezemeli kaplara da rastlanmıştır. İlk olarak insan başı ve hayvan

biçimli kaplara da bu dönemde rastlanır. Yaşama biçiminin değişimiyle birlikte inanç sisteminde de

değişiklikler ortaya çıkmıştır. Av ile ilgili sahneler unutulmuş yerine üreme, çoğalma kaygısı ile ilgili

olarak Anatanrıça inancı yaygınlaşmıştır. Kadının doğurganlığı ön plana çıkmış, avcılıkla birlikte

doğumdaki rolü henüz bilinmeyen erkek ikinci plana itilmiştir. Ortak kutsal alanlar da azalmış, ölüleri

yerleşme dışına gömme geleneği başlamıştır. 

 

Anadolu’nun batı yarısındaki Neolitik yerleşimlere, genelde hayvancılık açısından uygun yerlerde

yoğun karşılaşılır. Burada su ihtiyacının ön plana alındığı  ve geniş açık alanlar üzerine kurulmuş sabit

höyük yerleşmeleri söz konusudur. Binlerce yıl yoğun kullanım yüzünden çoraklaşmış Orta Anadolu

bozkırları, o çağlarda yoğun hayvan besiciliği için özellikle uygun bir bölge olmalıydı. Göller bölgesi ve

daha sonra Marmara bölgesi yerleşmeleri de aynı şekilde boz kırlarda ya da büyük göllerin çevresinde

alüvyonlu ovalarda yer almaktadır.

 

Orta Anadolu’nun dağlık bölgesindeki ilk yerleşmelerde bunun tersi görülür. Bu bölgedeki orta

yükseklikteki uzun sıra dağlar arasında yer alan ovalar, doğal olarak su fazlasını kötü boşalttıkları ya

da hiç boşaltamadıkları ve ağaçların da taban suyu seviyesini yüksek tuttukları için bataklık

halindeydiler.[16] Burada bulunan yerleşmeler Ön Asya ve Anadolu’nun diğer bölgelerinin aksine dar bir

yayım alanı gösteren düz yerleşmelerdir. Hiçbir zaman ova düzeyinde değil, ovayı çevreleyen dağ

sıralarının eteklerinde ya da ovaya açılan yan vadilerin kenarlarında görülür. Genel olarak doğal

yükseklikler ve özellikle ilk bakışta görülebilen dağ eteklerindeki kayalıklar yerleşim için seçilmiştir.

Burada münferit küçük köy yerleşimleri söz konusudur.

 

Bir çok veri bu bölgenin ilk yerleşmelerinin Marmara bölgesi yerleşmeleri ile aynı zamana yani İÖ. 6

bin başlarına tarihlendirilebileceğini gösterir.[17] Bu bölge çevre koşulları, sığır ve koyun için hiç elverişli

değildir. Kalkolitik Çağ insanlarında da görüleceği üzere bu küçük sürülerden amaç süt, yün, taşıma

gücünden faydalanma olduğu söylenebilir. Ege kıyıları, Trakya ve Marmara bölgelerindeki ilk yerleşik

topluluklara ait buluntu yerlerinde süzgeçlere rastlanır.[18] İÖ 6 ila 5 bin yılları aynı zamanda Trakya,

Anadolu, Yunanistan ve Balkan Yarımadası arasında ilişkilerin başladığı dönemdir.

 

Kalkolitik Dönem

Geç Neolitik dönemde yaşanan yangınlardan sonra ileri üretici dönem denen Kalkolitik dönem

başlamıştır. Bu dönemin en önemli özelliği taş aletlerin yanısıra bakırın da kullanılmaya başlamasıdır,

ki Kocaeli Yarımadası bakır yatakları açısından zengin bir bölgedir. İkinci belirgin özellik ise özgün

bezemeli kaplardır. Kalkolitik Çağın ilk evresi olan Erken Kalkolitik’te nüfus artışıyla birlikte yerleşim

yerlerinde de bir artış görülmektedir. Bu sürecin ikinci evresini oluşturan geç kalkolitik dönem kabaca

İÖ 4. bine tarihlenir. Anadolu bu dönemde büyük olasılıkla Boğazlar ve Kocaeli Yarımadası üzerinden

gelen göçlere sahne olmuştur. Buna bağlı olarak nüfus artmış ve yeni yerleşim yerleri ortaya çıkmıştır.

 

Böylece, Erken Kalkolitik Çağ’ın sonlarına doğru Marmara Bölgesi, batı Balkanlar’dan İç Anadolu’ya

değin uzanan ve “Vinça” olarak adlandırılan geniş bir kültürel oluşum bölgesinin içinde kalmıştı. Bu

kültürün tüm özelliklerini Trakya’daki Yarımburgaz Mağarası ile Ilıpınar, Hocaçeşme ve Aşağıpınar

höyüklerinde görmek olasıdır. Dönemin sonlarında yerleşmelerin büyük bir kısmı yangın geçirerek bir

daha oturulmamak üzere terk edilmiştir.[19]

 

Artık Anadolunun bütününde yeknesak bir kültürden söz etmek olası değildir. Göçlerle gelen etkiler

sonucu eski ince kap formlarının yanında onlardan tümüyle farklı, siyah zemin üzerine beyaz boya ile

yapılmış çizgilerle bezenmiş yeni kap çeşitleri ortaya çıkmıştır. Daha önceki gerçekçi Ana tanrıça

figürinlerinin aksine son derece soyut, fakat yine Ana tanrıçayı ifade eden, mermerden yapılma idoller

yaygınlaşmıştır. 

 

Küçük kutsal alanlardan dışında ortak tapınaklar bulunmamaktadır. Genel olarak sadece bebekler ev

içlerine gömülmüştür. Yetişkinler ise yerleşim dışına gömülmektedir. Halk tarım ve hayvancılıkla

yaşamını sürdürmekte, zaman zaman avcılık ve balıkçılık da yapmaktadır. Maden kullanımıyla ilgili

olarak ticaret oldukça yaygınlaşmıştır.

 

Yöremizde tesbit edilmiş Neolitik-Kalkolitik yerleşimler Fikirtepe, İç Erenköy, Pendik, Tuzla ve

Yalova’dır. Ayrıca şu ana değin hiç kazı yapılmamış Yukarı Yarımca’da yeni adı ile İlimtepe eski adı ile

Balköy’de hemen yol kenarındaki “Kaya Mezar” olarak anılan,olasılıkla bir tapınma ve gömü yeri olan

yapının da bu döneme ait olması olasıdır.

 

İlk İzmitliler ve ilk İzmit yerleşimleri [20]

 

Ellibin yıl önce, son buzul devri olan (Würm) buzulu en erişkin düzeyine ulaşmış, Avrupa ve Ortadoğu

yeniden buzullarla kaplanmıştı. Günümüzde Anadolu’nun yüksek yerlerinde bu buzullardan arta

kalanlar halen hayattadır. Bu sert ve soğuk iklim şartlarında paleolitik yani taşdevri insanları binlerce

yıl avcı toplulukları halinde yaşamışlardır. Ancak bu dönemlerde Homosapiens atalarımız

kendilerinden farklı buldukları Neanderthal insan toplulukları ile çatışma halindedir. Otuzbeşbin yıl

önce, bu çatışmalar sonucunda, yaşlılarını koruyan, duygusal yönü güçlü fakat kaba yapılı, yavaş

hareket eden Neanderthal adamı dünya üzerinden silinmiştir. Böylece tüm dünyaya hakim olan

atalarımız onbin yıl önce yerleşik düzene geçmiş oldukları halde, yamyamlığa devam etmiş,

hemcinslerini bu amaçla yok etmiştir. Yamyamlığın pek çok örneğini de Anadolu’daki prehistorik

yerleşimlerde rastlamaktayız. Örneğin dokuzbin yıl önce Diyarbakır Ergani Çayönü kazısında böyle bir

durumla karşılaşıyoruz.

 

Onbeşbin yıl önce yani buzulların erimeye başlamasıyla, iklim şartları değişmiş, ısınma devam

etmiştir. Bugün ise yirmibeşbin yıllık ısınma periyodunun onbeşbininci yılında olduğumuza göre

dünyamız onbin yıl daha ısınacaktır. Bu ısınma periyodunun başlangıcında buzullarla kaplı Avrupa ve

Ortadoğu jeolojik özellikle de jeomorfolojik bir değişim içine girmiştir.

 

Bu dönemlerde insanlar, gerek Avrupa gerekse Ortadoğu’da küçük topluluklar halinde yaşarken,

avların azalmasıyla birlikte yiyecek azalması ve yiyecek bulma zorluğu ile yüzyüze gelmiştir. Bunun

sonucu olarak, beslenme ekonomisi değişerek avcılık yerini toplayıcılığa bırakmıştır. Son avcı

toplulukları ise göç etmeyi yeğlemişler ve gerek Bering Boğazı üzerinden Asya’yı, gerekse yer yer

adacıklar halinde Atlas Okyanusu’nu kaplayan buzdağlarından yararlanarak Avrupa’yı terk etmişlerdir.

Deri kayıklarla buz adacıklarına sığınarak deniz ürünlerini (fok ve çeşitli balıklar) avlaya avlaya

yollarına devam etmişler ve bilinçsizce de olsa Amerika kıtasına ulaşmışlardır. Böylece onbeş bin yıl

önce ilk göçmen Amerikalılar, önce Orta ve Kuzey Amerika kıyılarına daha sonra da iç bölgelere

yayılarak yaşamlarını sürdürmüşlerdir.

 

Bugün karşılaştırmalı arkeoloji’nin özünü kapsayan, Amerika’daki Paleolitik buluntuların, etnografik

özelliklerin ve gen araştırmaları sonuçlarının Amerika, Avrupa ve Asya’daki benzerlikleri, bizleri bir çok

göçlerle karşı karşıya olduğumuz sonucuna götürüyor. Bu göçleri, oniki bin yıl önce buzların erimesi ile

açılan Bering Boğazı’nın da önleyemediğini görüyoruz.

 

Onbeşbin yıl önce ise, av kaynaklarının azalması sonrası göçme yerine Avrupa ve Ortadoğu’da kalan

topluluklar Avrupa’da mezolitik denilen dönemi oluşturmuşlardır. Yani artık avcılık dönemi bitmiş

toplayıcılık başlamıştır. Bu döneme ait buluntu yerleri Avrupa’da daha yaygındı ve Ortadoğu’da ise

fazla gelişmemişti. Bu nedenle de Ortadoğu’da dönemin adı Epipaleolitik olarak değiştirilmiştir. Bu

topluluklar özellikle su kıyılarında ve su kaynaklarının olduğu bölgelerde odaklanmışlardır. Besin artık

deniz kıyıları ve göllerden başka yerde bulunmamaktadır. Salyangoz, midye ve meyveler besin

kaynağıdır. Buna bağlı olarak insanların ilk diş çürükleri oluşmaya başlamış ve av eti zor bulunan bir

lüks olmuştur. Homosapiens yani akıllı insan bunun çaresini bulmakta gecikmez; yabani arpa ve

buğdayı beslenme zincirine dahil eder. Tahıllar gıda rejimini oluşturunca da hasta ilk oraklar

kullanılmaya başlar.

 

Bu dönem kısa sürmüş ve onbin yıl önce insanoğlu ilk defa arpa ve buğdayı bilinçli ekerek bir devrim

gerçekleştirmiştir. Bilimsel dilde Neolitik ya da üretimciliğe ilk geçiş evresi denilen bu dönemde artık

koyun ve keçi evcilleştirilmiş, daha sonra ilk köyle kurulmuş, tahıl ambarları oluşturulmuştur.

Suriye’den başlayarak Güney Anadolu’yu kateden ve Irak’ta son bulan altın hasat ve bereketli yay

üzerinde yüzlerce yerleşim yeri meydana gelmiştir.

 

Bizim ana konumuzu kapsayan ise daha önceki epipaleotik denilen dönemdir. Bu ara dönemde

insanlar toplayıcılıkla yetinmemiş ve zamanla daha değişik bir besin arayışına girmişlerdir. Zor

dönemler, bu ihtiyaçtan doğan ve iklim şartlarının da düzelmesiyle ortaya çıkan tahıl üretimi ile

aşılacaktır. İlk arpa ve buğdayın ekimi ile başlayan su kenarlarındaki yaşam yaklaşık beşbin yıl sürmüş

ve ilk hasatlar doğrudan çakmak taşı aletler ile yapılırken daha sonra ilk oraklar gelişmiştir.

Hayvanların boynuz ve kaburga kemiklerinin iç yüzlerine çakılan bir yanı keskin çakmak taşlarından

yapılan bu ilk oraklar hasat için oldukça elverişli idi. Uzun yıllar taneler halinde üretilen tahıl, daha

sonra bazalt taşlar kullanılarak yapılan öğütme sisteminden yaralanılarak un haline getirilmiştir. Bu

oluşum, sonraki Neolitik dönemde de keramik yapımını gerektirecektir. Böylece kap-kaçak yapım

teknolijisi de gelişecektir.

 

Epipaleolitik’te ise keramik yapımı ve öğütme taşları yoktur, yalnızca domuz ve köpek

evcilleştirilebilmiştir. Ürün olarak yalnızca yabani arpa, buğday, darı, çavdar hasat edilmiş ve ancak

tane olarak tüketilmiştir. Bu ekonomik model binlerce yıl konumunu korumuştur. Karada salyangoz,

kaplumbağa, kıyılarda midye gibi toplamaya uygun besinler tüketilmiştir. Avcılığa devam edilse de avın

azalmasıyla eski yoğun avlanma yöntemleri terk edilmeye başlanmış, henüz yapılar inşa edilmese de

yerleşik düzene geçilmiştir. Daha sonra, 9 bin yıl önce çanak çömleksiz bir neolitik döneme

geçilecektir. İlk köyler kurulmuş, üretim başlamıştır.

 

Pleyistosen’in sonu olan bu dönemde jeolojik yapı fazlaca değişime uğramasa da jeomorfolojik yapı

büyük ölçüde bozulmuştur. Zira son buzul dönemi bitmiş, buzulların erimesiyle vadiler derinleşmiş

hatta akarsu yatakları büyük değişimler göstermiştir. Örneğin Würm Buzulu Avrupa ve Ortadoğu’yu

tamamen terk etmiş, eriyen sular yeni vadiler oluşturmuştur. İstanbul Boğazı vadisi binlerce yıl

aşınmaya devam etmiş ve Karadeniz’e bakan yüzünde devasa şelaleler oluşmuştur. Daha önce

Sapanca Gölü ve Karasu üzerinden Karadeniz’e dökülen Ege suları bundan böyle İstanbul

Boğazı’ndan akmaya devam ederek yatak değiştirmiştir. Bu su akıntıları, Karadeniz’e bugünkü şeklini

vermiş ve Karadeniz’in suları 90 m yükselmiştir. 8 bin yıl önce Türk Boğazları bugünkü halini alarak 

Sapanca Gölü dahil Sakarya havzasındaki göller oluşmuştur.

 

Çevremiz tarihini ve epipaleolitik dönemi özetledikten sonra İzmit yerleşim yerlerini ve burada yaşayan

ilk İzmitlileri kavrayabilmek mümkün olabilecek. Binbeşyüz yıl önce yani epipaleolitik dönemde

yaşayan atalarımız Üç Tepeler’in biraz ilerisinde, üniversite kampusüne yakın bir alandaki iki yerleşim

yerinde yaşamlarını binlerce yıl sürdürmüşlerdi.

 

Yaklaşık 15 bin ila 10 bin yıl öncesinden bizlere kalan bu ata mirasının yok edilmesine göz

yummayalım. Bu iki yerleşim yerinin korunmaya alınması gereklidir. Dört yıl önce Kandıra Sarısu’da

bulmuş olduğum Neanderthal mağarasının birkaç ay sonra taş ocakları tarafından yutulmasını içime

sindiremiyorum.

 

Kuzeybatı Anadolu ve Trakyalı Balıkçı-Avcı Köyleri: Fikirtepe, Pendik, Ilıpınar [21]

 

Anadolu’da ilk köy topluluklarının ortaya çıkarak geliştiği Neolitik dönemin büyük bir kısmı boyunca,

Marmara bölgesinde geçimini hala avcılık, balıkçılık ve toplayıcılıkla sürdüren Mezolitik karakterli

insanlar yaşamaktaydı. Geç Neolitik çağda giderek artan nüfusla birlikte ilk köyler kurulmaya başlandı.

Bu zamanda Marmara denizi hala içinde hala oldukça iri acısu ve tatlı su balıkları yaşayan acı göl

durumundaydı. İstanbul Boğazı henüz oluşmamıştı. Asya ve Avrupa özellikle de Trakya arasında

ulaşım hiçbir zorlukla karşılaşılmaksızın yapılabilmekteydi.

 

Kuzeybatı Anadolu’nun ilk köyleri İÖ 6000 yıllarında kurulmaya başlandı. Genel olarak Fikirtepe

denilen bu köy kültürü, bölgesel farklılıklarla kıyılardan iç kesimlere yayılmıştı. İstanbul’un Kadıköy

tarafındaki Fikirtepe höyüğü Marmara bölgesinin bilinen ilk çanak-çömlekli Neolitik Çağ topluluğudur.

Höyük 1952-54 yıllarında Arif M. Mansel, Kurt Bittel ve Hakkı Çambel tarafından kazılmıştır. Bir başka

benzer yerleşme ise Pendik’tir. Burası 1981 yılında Edibe Uzunoğlu ile Savaş harmankaya tarafından

kazılmıştır. Basit balıkçı-avcı köy topluluklarını barındıran bu köylerden Pendik’te, yerleşme yerinin

boyuıtları 280 x 170 m’yi bulmaktadır. Fikirtepe kültürünü oluşturan toplulukların, avcılık ve su

ürünlerine bağlılıkları nedeniyle eskinin toplayıcılık döneminden gelen beslenme alışkanlıklarını

sürdürdükleri, bunun yanında olasılıkla Anadolu içlerinden gelen çanak-çömlek yapımı, evcil hayvan

ve tarım bitkilerinin kullanımı gibi yeni kavramları öğrenmeye başladıkları açıktır.

 

Fikirtepe kültürünün en belirgin özelliklerinden biri, elde yapılmış, kaba görünümlü, çoğu kez koyu

kurşuni ya da koyu kahverengi boyalı ve açkılı çanak-çömlekleridir. Son zamanlarda elde edilen

veriler, Fikirtepe kültürü ve bununla ilgili yerleşmelerin İÖ 5000 yılları civarında Çanakkale ve İstanbul

Boğazları’nın bugünkü durumuna gelmesi üzerine son bulduğu ve ıssızlaştığını ortaya koymuştur.

 

Bir başka höyük, Menteşe Höyük, Yenişehir ovasının kuzeybatısında, Ilıpınar’ın 25 km kadar

güneydoğusundadır. 1997’den beri Jacob Roodenberg’in kazılar yaptığı höyüğün en alt katı İÖ 6500-

6400 yıllarına tarihlenir. Mimari, ahşap kazıkların kerpiç ile kaplanması ya da blok kerpiçtir. Fikirtepe

kültürünün tipik özelliği olan, kazınarak bezenmiş, pişmiş topraktan dörtgen kutulara burada da

rastlanmıştır.

 

Fikirtepe kültürünün iç kesimdeki en önemli temsilcisi İznik Gölü’nün batı kıyısında ve Orhangazi

ovasının kuzey bölümündeki Ilıpınar’dır. 200 m çapında ve 7 m yüksekliğindeki höyük ilk kez İÖ 5900

yıllarında yerleşime sahne olmuştu. İlk yerleşik halk koyun ve keçi yetiştirmekteydi. Bölgedeki nemli

hava nedeniyle evler tek odalı ve semerdamlıydı, içlerinde ocaklar bulunuyordu.

 

Komşu bölgelerden pek fazla etkilenmeksizin, yaşam düzeyinin giderek yükseldiği geç Neolitik

dönemde yukarıda sayılan bölgeler ve  Çanakkale’nin iç kesimleri dışında Anadolu’nun büyük bir

bölümü iskan edilmemiş idi.

 

Pendik Höyüğü[22]

Pendik'in bir buçuk kilometre doğusunda, Temenye Burnu ve Temenye Koyu'nun güney ucunu

oluşturan uzun-oval biçimli ve kuzey-güney doğrultusundaki çok yayvan bir tümsek şeklindeki,

bugünkü kıyı çizgisinden yaklaşık 50 m içerdeki höyükte yapılan kazılarda, 1 ila 5 metre çapında taban

düzlemleri olan, oval veya yuvarlak biçimli kulübeler olduğu ortaya çıktı. Pendik Höyüğü'nde çıkan

arkeolojik bulgularla birlikte bir de su sarnıcına rastlandı.

 

Yerleşmenin kuzey ucunu Sosyal Sigortalar Hastanesi'nin bahçesi oluşturmaktadır. Doğu sınırını

bugün kurumuş olan ve ancak yağmur sularını Temenye Koyu'na taşıyan bir derenin oluşturduğu

anlaşılmakta olup demiryolu ve onun yer yer kestiği tarihi yol, höyüğün güneyinden geçmektedir.

Günümüzde Temenye olarak bilinen mahal, Son Neolitik-İlk Kalkolitik dönemler yanı sıra Yunan,

Roma ve Bizans dönemlerinde de yerleşim alanı olmuş ve bir ara "Kasilaos" adını taşımıştır.

Yerleşme, aynı bölgede klasik döneme ait araştırmaları bulunan Pendikli Miliopulos tarafından ilk kez

1908 yılında tanıtılmıştır.

 

Höyükte ilk büyük bilimsel kazı, sondaj mahiyetinde olmak üzere, 1961 yılında Şevket Aziz Kansu

başkanlığında, tren yolu yarmasında gerçekleştirilmiştir. Bu kazılar sonucunda elde edilen kültür

malzemelerinin başlıcaları geometrik desenli büyük ve küçük kadehler, testi, küp, keramik ve ketenden

yapılmış eşyalar, bız, iğne, olta, kaşık, ıspatula, idol, obsidiyen minik testi ve cilalı balta idi.

 

1981 ve 1992 yıllarında devam eden sondaj ve kurtarma kazıları sonucu yuvarlak planlı, düzensiz taş

döşemeli konutlar ya da kulübeler, sıvalı tabanlar, çöp çukurları, işlikler ve ateş yerleri gibi mimari

bulgular elde edilmiştir. Höyükten çıkarılan iskeletler, bölgede yaşayan insanların bir doğal afet ya da

savaşta ölmüş oldukları duygusunu verircesine dağınık ve düzensizdirler. İskeletlerden biri hariç

çıkartılan 30 ceset hoker (bacakları karnına çekili) gömülmüştür.

 

Genellikle “Fikirtepe Kültürü” ile paralellik gösterir. Buluntular, yerleşmenin beslenmesini esas olarak

balıkçılık ve avcılıkla sağladığına, bunun yanı sıra sınırlı olarak bir çiftçiliğn olduğuna işaret eder.

Kocaeli Yarımadası’nın Anadolu ve Trakya ile ilişkileri açısından büyük önem taşır; Boğazlara yakın ve

halen korunmuş durumda bilinen başka bir yerleşmenin olmaması önemini daha da arttırır.

 

Doğu Marmara Bölgesi Ilıpınar Kazıları [23]

Bursa Orhangazi, Topselvi mevkiinde, İznik Gölü yanındaki Ilıpınar Höyüğü 1948 yılında Kılıç Kökten

tarafından bulunmasına rağmen ancak 1987 yılında başlayan Hollandalı arkeolog Dr. Jacob

Roodenberg başkanlığındaki  ilk kazılardan itibaren, Geç Neolitik Çağ’dan Geç Kalkolitik Çağ’a

uzanan bir dizi yerleşmenin yanı sıra açığa çıkarılan çok sayıda mezar ile dikkati çekti. Erken Bizans

dönemlerine ait  (İS 6. yy sonu – 7. yy başı) 200’den fazla mezar bulundu. Bu mezarlar son kalkolitik

döneme ait yaklaşık 40 kişiden oluşan bir grup mezarın üzerinde yer almaktaydı. Radyokarbon

ölçümleri ile Geç Kalkolitik Çağa tarihlendirilen mezarlar, ele geçen bakır aletler ve kaplar gibi ilginç bir

buluntu topluluğu oluşturmuştur. Geniş, içe dönük, siyah açkılı, yüksek ağızlı çanaklar Anadolu İlk

Tunç Çağ kapları ile benzerlik göstermektedir. Buna karşılık diğer kaplar, Anadolu’nun bilinen diğer

kültürleri ile ilişkilendirilememektedir.

 

Ilıpınar’daki ilk yerleşimin,  tatlı su kaynağının hemen yanında ve onu yarım daire şeklinde çevirecek

şekilde olmuştur. 8000 yıl önce doğudan gelerek buraya ilk yerleşenlerin (10. evre) 10-15 haneden

oluşan ahşap konutlardan oluşmuş köylerinin etrafına bir hendek kazmış oldukları anlaşılmaktadır.

Çağdaşı Anadolu yerleşmelerinin aksine mezarlar bu hendeğin dışındadır.[24]

 

Ilıpınar’ın 10. ve kısmen de 9. evresine ait olan kaplar ile Fikirtepe kültürü arasında yakın bir benzerlik

vardır. 5b evresinin çanak çömleği ise daha çok Güneydoğu Avrupa’daki kültürler ile benzeşmektedir.

En yakın benzerlerini Bulgaristan’da Karova 3. döneminde bulabiliriz.

 

Ilıpınarlılar avcılıktan çiftçiliğe geçiş döneminin temsilcileridirler. Kazılarda bu döneme ilişkin bir çok

değerli bulgu bulunmuştur. İnsan iskeletleri, taş, toprak, bakır ve kemikten yapılmış ev ve tarım araç

gereçleri. İki katlı ahşap evlerde oturmuşlar, köyün çevresini ahşap çitlerle çevirmişler, ekin ekip

öğütmüşler ancak ikinci kez yaşanan bir yangın sonrası köyü terk

etmişlerdir.

 

Bu evrelerin ardından tabakalanmada bir kesinti olabileceği düşünülmüştür. Erken kalkolitik çağa ait 6.

ve 5A evrelerinde ise Kerpiç Evler denilen farklı bir mimari görülür. Bu tabakalarda nüfus patlaması

olmuş, yerleşme düzeni büyüyüp değişmiştir. Tek odalı bağımsız yapıların yapıldığı bu dönem İÖ

5700-5500 olarak tarihlenmektedir. Köyün yangın sonrası terk edilmesi ile son bulan bu dönemin

ardından 5B tabakasında yeni gelenler yine ilkel barakalarda yaşamaya başlamışlardır.[25]

 

Bursa Paşalar Kazısı[26]

Mustafa Kemal Paşa, Paşalar Köyü yakınlarında 1983’den bu yana Prof. Dr. Berna Alapagut

başkanlığında sürdürülen paleoantropolojik döneme ait buluntular içinde 15 milyon yıl önce yaşamış

bugün ekvatoral bölgelerde görülebilen hayvanların kemikleri de bulunmaktadır. Gönen havzasının

güneyinde, eski bir akarsuyun deltası olduğu anlaşılan Paşalar’da ince bir dilim halinde birikmiş olan

fosiller; fil, gergedan, zürafa, domuz, küçük kemirgenler, kuyruksuz büyük maymunlar ile diğer etçil-

otçul hayvanlara aittir.

 

Bursa, Üçpınar Tümülüsü Araba Buluntuları[27] 

Bursa Müzesi’nde sergilenmekte olan İÖ 6. yüzyıla, Akhamenid Pers İmparatorluğu  dönemine ait

Üçpınar Tümülüsü ve Araba Buluntuları 1988 yılında Balıkesir merkez ilçeye bağlı, Üçpınar Köyü`nün

Kepenkli Mevkii`nde gerçekleştirilen bir kurtarma kazısı sonucunda ele geçmiştir. Tekerlek parçaları ve

at koşum takımlarından oluşan buluntular mezar odasının girişi önünde insitu halde bulunmuştur.

Bunlar koşum takımlarının bağlantılarını sağlayan bronz parçalar, tekerlek şınıları, tekerlek göbek

demirleri, demir ispit parçaları, pimler ve at genleri gibi bir at arabası için gerekli parçalardan

oluşmaktadır. Tüm bu buluntular bozuk bir şekilde olduğu için konservasyonu yapılmıştır. Karşılıklı

0.70 x 1.92 m, yüksekliği 1.80 m`dir ve blok mermer taşlardan yapılmıştır. Klineler üzerindeki dağılmış

kemik ve keramik parçaları mezarın soyulduğunu göstermektedir.

 

İznik, Çakırca Höyük[28]

Gölden 2 km. içeride, adını aldığı Çakırca Köyü'nün 2 km. doğusunda, İznik'in 5 km. kuzeybatısında,

Orhangazi Karayolu'nun güneyinde, yol kenarında yükselmektedir. Çevresi 200 m., yüksekliği 9 m.'dir.

Bu ölçüleri ile bölgedeki büyük höyükler arasında yer almaktadır.

 

Çevresinde ve üzerindeki bağlar, meyve ağaçları, sebze ve tarım alanları höyüğün üst tabakasında

son derece ciddi bir kültür dokusu kaybına yol açmaktadır. Birçok yerli ve yabancı gezgin ve bilgin

tarafından höyüğün gezildiği ve incelendiği bilinmektedir.

 

Höyük oluştuğu alanın göle yakınlığı, çevresinde akarsuların bulunması ve son derece verimli

topraklara sahip olması nedeniyle yerleşim yeri olarak tercih edilmiş ve uzun yıllar kullanılmıştır.

Günümüze kadar ne bu höyükte, ne de çevredeki höyüklerde yeterli bir arkeolojik kazı yapılmamıştır.

Bu da, bizi en yakın kazı alanı olan Eskişehir Demirci Höyük ve Troia kazı buluntularıyla, höyük

yüzeyinde saptanan arkeolojik kalıntılarını karşılaştırılmasına yöneltmiştir. Bu karşılaştırma sonucunda

da höyükle ilgili bazı ön bilgiler elde edilmiştir.

 

Troia 3 ve 5 ile Beyce Sultan 12 ve 6'da rastlanan ve esasında Kimi çevre höyüklerde, bütün Batı

Anadolu'da ve Kilikya'da mevcut bir seramik türü bu höyükte de bol miktarda bulunmaktadır.

 

İÖ 2300 yıllarına tarihleyebileceğimiz bu seramikler genelde çarkta yapılmıştır. Renkleri kırmızı, mat

kırmızı, kahverengidir. Hamuru özlü, sıkı killidir. İçinde az miktarda mika vardır. Kap yüzeyleri, zor cila

dediğimiz tarzda ince bir tabaka halinde cilalanmıştır. Bezemelere çok az rastlanmaktadır. Bunlar

oyma ve yiv şeklinde yapılmaktadır.

 

Rastlanan formlar düz kenarlı kaseler ile karın kısmına doğru yanlı kaselerdir. Höyükte, İÖ 1900-1700

yılları arasındaki orta bronz çağına ait seramik buluntularına da rastlanmaktadır. Bunlar çarkta

yapılmıştır. Hamuru özlü, sıkı ve az miktarda mikalıdır. Yüzey renkli, gri ve donuk gridir. Çok iyi şekilde

cilalanmıştır. Bulunan parçalardan kaseler, tabaklar ve küplerin daha çok üretildiği anlaşılmaktadır.

 

Çevredeki tüm höyüklerde rastlanan bu seramiklerde herhangi bir bezeme bulunmamaktadır. Troia 5-6

tabakalarında da benzerlik gösteren bu gri tip kaplar, aslında ovalık alanlardaki yerleşimlerde imal

edilmiştir.

 

Höyük İÖ. 1200 yıllarına kadar uzanan geç bronz çağı seramik buluntuları da vermektedir. İznik ve

çevresindeki arkeolojik kazılar, prehistorik çağlarda burada yaşayanların kültüründe keramik olduğunu

ortaya çıkarmıştır. Yüzey buluntusu olarak Üğücek Höyük, Karacakaya, Abdülvahap tepesi ve

Müşküle köyü prehistorik keramik fragmanları ile dikkati çekmektedir. Siyah ve kırmızı hamurlu bu

keramikler, İznik'te İÖ 7000'li yıllarda keramik üretildiğini göstermektedir. Ilıpınar ve Hacılar tepe

kazılarında bulunan 7300 yıllık keramikler İznik müzesinde görülebilir.

 

İznik, Karadin Höyük[29]

Karadin Köyü'nden 800 m. uzaklıkta olup karayolundan kolaylıkla görülebilecek şekilde, tarlalar

arasında üzeri düz bir tepe olarak yükselmektedir. Höyüğün güneyinde adeta bir kesit oluşmuş ve

buradaki bir duvar, yangın tabakaları ve seramik parçaları kolaylıkla izlenebilmektedir. Höyüğün

çevresi 150 m., yüksekliği ise 8 m.'dir. Ulaşımı kolay olan ve karayolundan kolaylıkla görülebilmesi

nedeniyle höyük, yerli ve yabancı birçok bilim adamınca incelenmiştir. Höyük, bugün de çok verimli

olan ve kolayca su temin edilen bu ovada prehistorik çağlarda da insanların yerleşme isteğini

doğurmuştur. Höyükte çokça rastlanan seramikler el yapımıdır. Siyah ve gri renk hakimdir. Yüzeyleri

cilalıdır. Bunların hamurunda kum, çakıl ve mika yoğundur. Bu seramiklerin Troia 2 ile Troia 4-5

arasında irtibat sağladıkları düşünülebilinir.

 

İznik, Demirci Höyük[30]

Troia 2 ve Beycesultan'ın çağdaş, tabakaları ile bölgede karşılaştırma içjn sık kullanabileceğimiz

yegane kazısı yapılmış olan Demirci Höyük'te rastlanan kırmızı veya donuk kırmızı renkli seramiklerde

tespit edilen form, testi, küp ve düz kenarlı kaselerden ibarettir. Hamurlan özlü, çamurlu, kumlu, çakıllı

ve mikalıdır. Yüzeyleri en iyi şekilde cilalanmıştır. Çok azında bazı yüzeysel plastik süslemelere

rastlanrnaktadır. Çevre höyüklerde sık görülen bu seramik tipi "Kırmızı Cilalı" adı altında

genellenmektedir. Troia 3-5 ve Beycesultan 6-13 tabakalannda rastlanan Batı Anadolu'ya özgü ve

yaygın şekilde yörede bulunan erken bronz çağı, (İÖ 2200-1900) yılları seramiklerine bu höyükte de

rastlamaktayız. Şekil olarak düz kenarlı kaseler ile omurga yanlı kaselerden ibarettir. Hamurları sıkı

özlü ve killidir. Dış yüzeyleri kırmızı, koyu kırmızı, kahverengi, mat kahverengi ve turuncu-kahverengi,

iç yüzeyi kırmızı, donuk kırmızı ve kahverengidir. Yüzeyler zor cila olarak bilinen ince bir cila tabakası

ile kaplanmştır. Bu cila genelde özenilerek yapılmıstır. Fakat nadiren de olsa bozuk cilali parçalara

rastlanmaktadır. Dış yüzeylerde çok az seramikte rastlanan bezekler oyma ve yivleme tekniği ile

oluşturulmuştur.

 

Höyükteki İÖ. 1900-1700 yıllarına ait yerleşim tabakasından arta kalan gri kaplara ait seramik parçaları

Troia 5-6 ile çağdaştır. Jark yapımı olan bu seramiklerin iç kısımları gri, dış yüzeyleri gri veya mat

gridir. Yüzeyler mükemmel denecek güzellikte cilalanmıştır. Hamurları özlü, az mikalı kildendir. İyi

pişirilmiştir. Bulunan kap şekilleri, düz yanlı ve yuvarlak kaseler, eğri yanlı ve yatay kulplu kaseler,

küçük kaseler ve tabaklardan ibarettir. Bu tip seramikler yöredeki hemen her höyükte bulunmaktadir.

Teknik ve şekil açısından plato işi olmayan bu kaplar, ova ve kıyı şeridinde imal edilmekteydi.

 

İznik, Çiçekli/ Üyücek Höyük[31]

İznik-Yenişehir yolunun batısında Çiçekli/eski Köristan Köyü'nün 2 kilometre kuzeybatısında ve

Hocaköy'den 1,5 kilometre kuzeyde yer alan bu höyük üzerinde yabani bitki örtüsü bulunmaktadır.

Eteklerinde bağlar ve bilhassa domates ekilen bahçeler yer almakta, bu bahçeler gün geçtikçe

genişlediğinden höyük yüzeyi kısmen aşınıp tahrip olmaktadır.

 

Höyük eteklerine ekilen ürünü sulamak amacıyla oluşturulan su arklarından akan gür su, yüzeydeki

birçok prehistorik parçanın görünmesini sağlamaktadır. Höyüğün yüksekliği 5 m., çevresi yaklaşık 150

m.'dir. Höyüğün yola yakınlığı ve büyüklüğü nedeniyle bir çok bilim adamı ve gezgin tarafından

incelenmiştir. Çeşitli yıllarda ziyaret edilen höyüğe "Köristan, Güristan, Hüyücek, İyücektepe,

Gülüstan, Körüstün" adları verilmiştir. Bunun nedeni günümüzde Çiçekli olan köy adının eskiden

"Köristan" olmasıdır.

 

Yüzeyde bulunan seramik parçalarının elle yapıldıkları; yoğun mika, kuvars ve özlü killi hamurdan

oldukları, iyi pişirildikleri, dış renklerinin kahverengi, mat kahverengi, kızıl kahverengi, kırmızı, gri, gri-

siyah, siyah arasında değişiklikler gösterdiği; iç renklerin gri ve kırmızı renklere sahip olduğu tespit

edilmiştir. Kap şekilleri, gaga ağızlı testiler, dışa dönük eğik kenarlı kaseler ile çok az sayıdaki

depasları içerir. Troia 1 ile çağdaştır.

 

Bu höyükte rastlanan diğer tür seramikler Troia 2 ile tarihlenir. Bunlar içinde Troia 4-5'e geçişi

sağlayan el yapısı seramikler, siyah ve gri renkli, üzerleri cilalı kaplardır. Bunların formları testi, küp ve

düz yanlı kaselerdir. Hamurlarında sert maddelerden çakıl ve kum vardır. Az oranda mikaya rastlanır.

 

Höyük yüzeyinde derinlere inmeden görülen bir diğer tür seramik parçaları, bize höyüğe ait başka bir

tabakanın varlığını bildirmektedir. Buradaki seramikler kırmızı veya mat kırmızı renktedir. Satıhları

mükemmel şekilde cilalıdır. Özlü hamurları içinde kum ve mika taneciklerine rastlanmaktadır. Çok az

rastlansa da yüzeylerde plastik süsleme unsurları görülmektedir. Elde edilen parçalardan bu seramik

türünün biçimleri hakkında da bilgi sahibi olmaktayız. Buna göre iç derinlikleri az olan düz kenarlı,

yüksek kavisli kulpları olan testiler ve küpler ortaya çıkmaktadır.

 

Bu buluntuların çevredeki höyüklerde de sık rastlandığı Troia 2 tabakası ile Demirci Höyük ve

Beycesultan 6-13 tabakalarında da görüldüğü bilinmektedir. İÖ 2200-1900 yıllarına tarihlenen erken

bronz çağı örneklerine Batı Anadolu'da ve bu yörede rastlamak doğal bir kural gibidir. Bu çağa ait

yüzeydeki seramik buluntularından, kapların düz yanlı kaseler ile omurga yanlı kaseler olduğu

anlaşılmaktadır. Hamurları sıkı, özlü ve mikalı kildendir. İç yüzeyleri kırmızı, donuk kırmızı ve

kahverengidir. Dış yüzeyleri kırmızı, koyu kırmızı, kahverengi, mat kahverengi ve turuncu

kahverengidir. Bazen özenli bazen özensiz, ince şekilde cilalanmıştır. Çok ender de olsa üzerlerinde

bezemeler vardır. Höyüğün bir diğer tabakasını İÖ 1900-1700 yıllarındaki orta bronz çağa ait olan

yerleşim kalıntıları oluşturmaktadır. Bu tabakaya ait olan seramikler çarkta yapılmıştır. Dış yüzeyler gri

ve mat gridir. Bu nedenle gri kaplar adı altında toplanmaktadır. Çok iyi cilalanmıştır. Hamurları özlü

killidir. İçinde çok az miktarda mika vardır. Çevredeki birçok höyükte de benzer örneklerinin bulunduğu

kaseler ile tabaklara ait parçalar içeren bu seramik türü yüksek irtifalı plato yerleşiminden çok ova ve

kıyı yerleşimlerinde gözlenmektedir. Troia 5-6 tabakalarının da benzerlerine rastlanır. Höyükteki İÖ

2000 yıllarının seramikleri çarkta yapılmıştır. Genelde kırmızı veya kahverengindedir. Hamuru özlü

killidir. İçinde az miktarda mika vardır. Yüzeyleri kırmızı olup cilalanmıştır. Rastlanan şekiller, kaseler,

boncuk kenarlı kaseler, küpler ve testilerdir. İÖ 1000, demir çağına kadar bu yaşam devam etmiştir.

Höyük günümüzde arazinin devamlı sürülmesinden dolayı düz arazi görünümüne girmiştir.

 

İznik, Berberkaya Mezar Odası / II. Prusias’ın Mezarı[32]

Lefke Kapı'dan doğuya uzanan yolun kuzeyinde şehir mezarlığı, güneyinde su kanalı yer almaktadır.

Dar yol, bağ ve bahçeler arasından geçerek Abdulvahap Sancaktarı'nın mezarına gitmektedir. Yolun

uzandığı Elmalı Dağı'nın ilk yamacında, halk arasında "Berber Kaya" olarak bilinen koyu gri kalkerden

yapılmış mezar odasına ait 17 parça, etrafa ve yamaca yayılmış bulunmaktadır. Bithynia, Roma ve

Bizans dönemlerinde bu yörenin Nekropol olarak kullanıldığı ve şehrin kapılarını yaptıran C. Cassius

Chrestus'un lahitinin bu bölgede bulunduğunu biliyoruz.

 

Anıtsal mezar odasının ön kısmının burada olmadığını, uzun yıllar ayakta duran arka kısmının 1953

yılında define meraklılarınca dinamitle parçalandığı, bir kismının sonradan toprak ile örtüldüğü

belirlenmiştir. Mezar odasının arka duvarının 4,38 m. eninde, 3,90 m. yüksekliğinde, uzunluğunun ise

5 m. civarında olduğu anlaşılmaktadır.

 

XVII. XVIII. ve XIX. yüzyıllarda bu bölgeye gelen Avrupalı gezginler bu anıtsal mezarı görmüşler, yazı

ve resimlerinde onu ilk planda göstermişlerdir. XVIII. yüzyılda R. Pococke bu mezar odasının

tamamını görme şansına kavuşmuş, ölçülerini uzunluğu 14 ayak 6 inç, genişliği 12 ayak 10 inç olarak

vermiştir.

 

Söylenceye göre, Bithynia Kralı II. Prusias oğlundan kaçtığı Nikaia Akropolünden sonra sığındığı

Nikomedia’da yakalanarak öldürülmüş ve İÖ 149 yılında bu mezar odası yaptırılmıştır. Yekpare

bloktan oyularak ev stilinde yaptırılmış olan mezar odasının köşelerinde yarım sütunlar yer almaktadır.

Altlık ve başlıkları belirtilmiştir. İki dar cephesinde üçgen alınlıklar ve bunların içinde yuvarlak kabartma

olarak işlenmiş, kalkan motifleri yer almaktadır. Çatısı Pampylia tipli lahit şeklindedir.

 

Üzerinde dörtgenler görülmektedir. Alınlık içinde ve saçak altında bır sıra kurt dişi motifi uzanmaktadır.

Mezar odasına ait parçalar üzerinde Yunanca ve İbranice yazıtlar ile ziyaretçilerce kazınarak yapılmış

haçlar dikkat çekmektedir. Mezar odasının içinde arka ve yan duvarlar boyunca 0,60 m. eninde ve

0,42 m, derinliğinde, kenarları hafif yükseltilmiş mezarların yer aldığı, bunların üzerlerinde kapakların

bulunduğu günümüze kalan demir bağlantı yuvalarından anlaşılmaktadır. İznik'te Helenistik dönemden

ayakta kalan en önemli eser olup geçmişteki berber dükkanlarındaki oturma şekillerini andırır setleri

nedeniyle halk arasında "Berber Kaya" olarak adlandırılan kalıntılar ile ilgili efsaneler de üretilmiştir.  

 

İznik, Dörtkayalar/Dörttepeler Tümülüsü 1 & 2 No’lu Mezar Odaları[33]

İznik'in kuzeyinde Elbeyli Kasabası'na giden yol üzerinde 6,6. km uzaklıkta, günümüzde Elbeyli

Mezarlığı olarak kullanılan, etrafı duvarla çevrelenmiş alanda 9 m. yüksekliği ve 110 m. çevresi olan

tümülüs, doğal sistik kayalar üzerindedir. Geçmiş yıllarda gerçekleştirilen çapraz yarmadan dolayı dört

ayrı tepeciğe bölündüğünden, halk arasında "Dörttepeler" diye anılmaktadır. 1 No'lu Mezar, İznik'te

faaliyet gösteren karayolları şube şefliğince yol genişletme çalışmaları sırasında 1. mezarın

Dromos'una girişi sağlayan kapıya rastlanması ile açığa çıkmıştır.

 

Sistik kayaçlara oyularak yerleştirilmiş kristalize kalkerden iki kapı sövesi arasında 0,67 m.'lik bir

açıklık vardır. Başlangıçta 1,04 m. genişliğe sahip Dromos, 1,26 m.'ye kadar genişleyerek 3,30 m.

güney kuzey doğrultusunda uzanmaktadır. Üstü birbirine bindirilmiş taşlarla oluşturulan sivri çatı ile

örtülmüştür. Yüksekliği 2,05 m.'dir. Dromos'un yan duvarları kaba yontulu, rektogonal taşlarla yığma

olarak örülmüştür. Derzlerin bir kısmı beyaz-pembe renkli, diğer kısmı kırmızı boyalıdır.

 

Dromos'la sarı damarlı ince şekilde taraklanmış mermer kapı boşluğuna ulaşılmaktadır. Buraya takılan

monoblok kum taşından kapının 1,63 m. yüksekliği, 0,75 m. eni ve 0,12 m. kalınlığı olup, yerinden

alınarak Dromos'un batı duvarına dayanmıştır. Mezar odası doğu batı uzantılıdır. 2,43 x 2,15 m.

boyutludur. Duvarları ve beşik tonozu rektogonal gri damarlı mermerlerle örülmüştür. Tonoz 1,20

m/den başlayıp, 2,16 m.'de en yüksek noktasına ulaşmaktadır.

 

Odanın batı ve doğusunda altlı üstlü ranza tipli ikişer kline yer almaktadır. Yataklar mermerlerden

oluşturulmuş, kireç kum harcı ile sıvanmış, güneyinde yastıklar yer almaktadır. Yataklar 2,05 m.

uzunluğunda 0,86 m. eninde ve 0,15 m. kalınlığmdadır. Klineler duvarlarda bırakılmış çıkıntılara,

güneyde ise alttan kare prizma şeklindeki ayaklara otur maktadır.

 

Yataklar ve yastıklar koyu kırmızı ve beyaz renklerle kalın çizilmiş şeritlerle bezenmiştir. 1990 Temmuz

ayı araştırmaları sırasında klinelerin parçalanmış ve bunların Dromos'a atılmış olduğu aynı şekilde

mezar odasının zemin ve duvar taşlarından bir kısmının söküldüğü gözlenmiştir. Zemin ve duvar

kalınlıklarının 0,25 m. ile 0,41 m. arasında değişiklik gösterdiği ölçülmüştür.

 

Mezarın değişik tarihlerde soyulması nedeniyle içinde iskelet veya ölü hediyesine rastlanmamıştır.

Tarihlemeye yarayacak herhangi yazılı belge bulunmamıştır. Yapısal özellikleri nedeniyle Helenistik,

erken Roma dönemine ait olduğu söylenebilir.

 

2 numaralı mezar odası, Dörttepeler Tümülüsü'ndeki 1 no'lu mezarın 90 m. kuzeydoğusunda, 6,5 m.

derinde yer almaktadır. Define aramak amacıyla kaçak kazılarla tahrip edildiği anlaşılan mezar

odasının, 1988 yılında Dromos kısmına kadar inildiğinin öğrenilmesi üzerine İznik Müzesi tarafından

tiyatro kazı ekibinin bilimsel ve teknik yardımlarıyla gerçekleştirilen kazı çalışmaları sonucu Dromos ile

mezar odasının açığa çıkarılması sağlanmıştır. Dromos, doğu batı uzantılı olup açığa çıkarılan bölümü

6,80 m.'dir. Kalan izlerden 10 m. uzunluğa sahip olduğu anlaşılmaktadır. Kuzey ve güney duvarları

yeşil şisttik kayaçlarla kuru duvar şeklinde örülmüştür. Zeminde 1,55 m. genişlik, üstte 1,10 m.'ye

kadar daralmaktadır. Üst kısmı yan yana dizilmiş kalın meşe ağaçlarıyla örtülmüştür. Bunlar arasında

2,40 m. uzunluk 0,25-0,33 m. kalınlıkta olanlar bulunmaktadır.

 

Mezar odası yapı malzemesi ve tekniği nedeniyle Dromos'tan tamamen ayrı özelliklere sahiptir.

Mezarın ikinci kullanımı sırasında Dromos'un ilave edildiği anlaşılmaktadır. Beyaz mermerden ince bir

işçilikle yapılmış 1,35 m. enindeki beş basamaklı merdiven ile inilen döşemenin eni 1,45, uzunluğu

0,94 m.'dir. 2,70 m. yüksekliğindeki kuzey ve güney duvarları rektogonal mermer bloklarla örülmüştür.

 

İznik, İnikli Taş Ocakları[34]

İznik'in 11 km. kuzeyinde, Elbeyli Kasabası'nın kuzeyinde çam ormanları arasında kalan taş, ocağına

İnikli Köyü'nden veya Gürmüzlü Köyü'ne çıkan stabilize yoldan ayrılarak yaya olarak gidilebilmektedir.

 

İnikli'de İS II. yüzyılda biri büyük diğeri küçük olmak üzere iki ocak açılmıştır. Küçük ocak tamamen,

büyük ocak ise kısmen daha sonraki işletmeler sırasında tahrip olmuştur.

 

İzmit, Kanlıbağ Tümülüsü[35]

 

Bütün büyük antik kentlerde olduğu gibi Nikomedia da ardında varoşların uzandığı geniş

mezarlıklarla çevrilmişti. İlk çağda kentin, büyüklüğü ve arazinin yapısı nedeniyle biri

akropolün kuzeydoğusunda biri kuzeybatısında olmak üzere iki ana nekropolisi vardı. Her ne

kadar bugüne kadar sistematik, bilimsel kazılar yapılmamış olsa da imar hareketleri esnasında

ortaya çıkan mezarlıklar Nikomedia’nın doğu ve batı nekropolleri hakkında bilgi vermektedir.

 

Doğudaki nekropolisi oldukça geniş olup, Aziz Anthimus kilisesini de kapsayarak[36] kent

surlarının dışında Bac mahallesinden başlayarak Bizans dönemi sanduka gömünün[37]

bulunduğu Bekirdere’ye kadar uzanıyordu.[38] Bu kısımda şehrin İkinci Dünya Savaşı’ndan

sonra genişleyen mahallelerinin inşası sırasında sayısız mezarlara raslandı.

 

Kadıköy Mahallesi, Kanlıbağ mevkiinde bir temel kazısı sırasında 1967 yılında bulunan

mezar binası[39] antik Nikomedia/İzmit kentinin doğu nekropolü[40] içindedir. Mezar bulunduğu

arsanın doğu yönünde olup, dromosun ön tarafı bugünkü yolun altında kalmaktadır.

 

Doğu-batı yönünde uzanan mezar dromosu bulunan tek odadan oluşan bir yapıdır. Dromos

mezar odasının tam ekseni üzerinde olmayıp, kuzeye kaymış durumdadır.[41] Malzeme olarak

yerli kalker taşı kullanılmış ve gerek dromosun gerek mezar odasının üzeri beşik tonoz[42] (yay

biçiminde kesiti olan çatı) ile örtülmüştür. Mezar odasının etrafı tonozun başladığı yüksekliğe

kadar düzgün olmayan büyük taşlardan örülmüş kuru duvar ile çevrilidir. Bunun da üzeri

toprakla doldurulmuştur.

 

Dramosun önündeki giriş yan duvarları düzgün olmayan taşlardan harçla örülerek meydana

getirilmiş ve üzeri büyük bir yassı taş ile kapatılmıştır. Büyük ve düz bir taş levha ile örtülen

dromosun kapı boşluğu aşağıdan yukarı doğru daralmaktadır. Yükseklik 1.45m, alt genişlik

0.67m, üst genişlik ise 0.64m’dir. Söve taşlarının genişliği 0.23m, kalınlığı 0.10m’dir. Zemini

çakıl döşeli olan dromos 2.14m uzunlukta, 0.94m genişlikte 1.83m yüksekliktedir. Yan

duvarların yüksekliği 1.29m olup, bu seviyeden sonra tonoz başlar. Yan duvarlar ile tonozu

birleştiren taşlar mezarın dışına doğru taşar.

 

Mezar odasının tek kanatlı taş kapısı dromosa doğru açılır. Dromosa girişe göre kapının sağ

üst ve alt köşelerinde bronz miller vardır. Üstteki silindir, alttaki ise bombeli, yarım küre

şeklindedir. Her iki köşe olasılıkla mezarı tekrar kullananlar tarafından kapının açılması

sırasında kırılmış ve demir kenetlerle tamir edilmiştir. Kapı sövelerinde mil yuvalarının

bulunmayışı, kapı millerinin sembolik yapıldığını düşündürtmektedir. Mezarı son defa

kullananlar kapının açılmasını önlemek amacıyla, kapıyı her iki köşeden demir kenetlerle

söve taşlarına bağlamışlar, ayrıca kapının önüne büyük taşlar koymuşlardır. Dromos’tan girişe

göre kapının sol tarafındaparmak girecek genişlikte bir delik bulunur. Kapının yüksekliği 1.40

m, genişliği üstte 0.60 m, altta ise 0.70 m, kalınlığı 0.07 m’dir. Mezarın içine bakan yüzünde,

deliğin altında demir bir sürgü bulunmaktadır. Sürgünün altında kapının kenarı oyularak bir

çukurluk meydana getirirlmiştir. Dromos’ta olduğu gibi yan duvarlardan tonoza geçiş taşları

dışa taşar. Kuzey ve güney yönünde, tonozların başlangıç noktasında birer pencere vardır.

Odanın içinde kuzey ve güneyde olmak üzere iki ölü yatağı vardır ve dışa bakan dar kenarları

ayak şeklinde işlenmiş[43] ikişer taş levha üzerine oturtulmuştur. Yatak altı boşluklarını ikişer

taş levha kapatmaktadır. Her iki yatağın batı yönündeki başuçlarını  ölü adaklarını koymaya

yarayan bir köprü birleştirmektedir. Oda tabanında yalnızca iki yatak arasında kalan kısım

çeşitli boyutlarda kalker levha ile döşenmiş olup yatak altlarının zemini ise çakıldır.

 

Tonoz hariç, mezarı meydana getiren taşlar birbirlerine madeni kenetlerle[44] bağlanmıştır. Bu

kenetler yanlarda demirden dik at nalı biçimindedir. Birbirinin üzerine oturan taşlar ise kurşun

çubuklarla tutturulmuştur. Taşların iç yüzleri işlenmiş, dış yüzleri kabaca yontulmuştur.

Tonoz taşlarını kilit taşı tutar. Bu taşların iç yüzleri içbükey olarak işlenmiştir. Tonoz

taşlarının araları dıştan harçla[45] kapatılmıştır.

 

Madeni kenetlerle tutturulmuş duvar taşları, kline ayakları ve tekniği ile helenistik devirde

görülen mezar tipinin karekteristik bir örneği olarak karşımıza çıkmaktadır. En yakın

benzerleri Düzce, Yaylapınar, Karalar “A” ile Adapazarı Tersiye tümülüsleridir. Mezar

buluntuları ve sikkeler tarihlendirildiğinde ise iki dönem ortaya çıkmaktadır. Lysimakhos’a ait

stater empresyonu İÖ 2. yüzyıla, iki bronz sikke de İmp. Domitianus (İS 81-96) ve Traianus’a

(İS 98-117) aittir. Kil, keramik, cam ve altın parçalardan oluşan ölü adakları da Helenistik ve

Roma devirlerini vermektedir. Anlaşıldığı üzere mezarın İÖ 2. yüzyılda yapıldığı ve daha

sonra İS 1-2. yüzyıllarda tekrar kullanılmıştır. Bu mezarda bulunan eserler müzede

teşhirdedir.[46] Konu buluntuları şöyle gruplayabiliriz: Pişmiş toprak kandiller, pişmiş toprak

koku şişeleri, Altın Diadem, Altın Lysimachos stateri empresyonu, İsis tüylü altın yüzük, altın

kurbağa desenli oval plaka, altın akik taşlı yüzük, cam koku şişeleri, cam boncuklar, kemik

eşya, bronz eşya, bronz sikkeler ve keramikler.[47]

 

Kanlıbağ mezar odasının hemen yakında bir kiremit mezar,[48] Bekirdere ağzındaki yolun

çevresinde taş levhalardan yapılma çok sayıda basit mezar ile mezar taşları[49] erken devirlere

ait buluntuları oluşturur. Yine doğu yönde Cedit mahallesi eski Hastahane bayırında içi

freskle süslü olduğu anlaşılan harap vaziyette, İS 4. yy. sonu ya da 5. yy. başlarına ait

duvarlarında freskler bulunan katakomblar bulunmuştur.[50] Ayrıca  Bekirdere Asri mezarlıkta

su deposu yanında, içerisinde biri kapakta olmak üzere hepsinin üzerinde yazıt varolan üç

sarkofajın bulunduğu ve yazıtların birinde kibernetes (gemici) kelimesi çözülebildiği Roma

dönemi, dromoslu, tonozlu oda mezarı da unutmamak gerek. Görüldüğü üzere Doğu

Nekropolü Helenistik, Roma ve Bizans dönemlerinde kesintisiz kullanılmıştır.

 

İzmit, Turgut Mahallesinde Bulunan Bir Mezar [51]

İzmit Turgut Mahllesinde oturan Nuri Necati Demir ismindeki şahıs 1.7.1971 de evinin önündeki

bahçede odunluk yapmak isterken, açılan ufak bir delikten mermer lahitleri görmüş ve durumu ilgili

yerlere bildirmiştir. Bunun üzerine müze elemanlarınca 27.7.1971 tarihinde Turgut Mahallesi, Bağlar

sok, No.58’deki bahçede açılan mezar odası, Antik İzmit şehrinin batı mezarlık[52] sahası içine

girmektedir. Kuzeyden güneye doğru eğimli bir arazide bulunan mezar odasının yönü kuzeydoğu

güneybatı doğrultusundadır.

 

Tek oda ve dramos’tan oluşan bir yapıdır. Dromos, mezar odasının tam ekseni üzerinde

bulunmaktadır. Malzeme olarak yerli kum taşı kullanılmıştır. Dromos ve mezar odasının üstü beşik

tonozludur. Mezar odası ve dromosu meydana getiren taşların sadece içleri traşlanmış olup, bütün

bunların üstünde toprakla örtülmüştür.

 

Dromosun önünde bir girişi vardır. Yan duvarlar dikdörtgen biçimde ve genişliği 0,23 m olan taşlarla

harçla örülerek oluşturulmuştur. Gerek dromos ve gerekse mezar odasına geçişte kapı

bulunmamaktadır. Yalnız dromosun önünü kapatmak için büyük bir taş levha konulmuştur. Girişe ait

yükseklik tonozla birlikte 1,80 m, genişlik 1,30 m ve uzunluk 2,00 m’dir. Kapıya ait her hangi bir

kalıntıya ve ize rastlanmamıştır. Yan duvarlar tonoza kadar 1,05 m’dir. Bu seviyeden sonra tonoz

başlamaktadır. Tonoza geçiş taşları dışarı taşmış olup, tabanı çakıl döşemedir.

 

Yukarıda belirtildiği gibi dromostan mezar odasına geçişte kapı yoktur. Yüksekliği 1,20 m, genişliği

1,00 m olan dikdörtgen biçimindeki bir kapı boşluğu ile lahitlerin bulunduğu kısma geçilir.  2,30 m

yüksekliğinde, 3,50 m uzunluğunda ve 2,75 genişliğinde olan bu bölme işçiliği dromosta gördüğümüz

işçilik ile aynıdır.

 

Mezar odasının içerisinde, ikisi yanlarda biri karşıda olmak üzere üç lahit vardır. Sağda ve karşıda

olanı mermer, solda olanı ise yerli kum taşından yapılmıştır. Üzerlerinde yazıt olmayan düz, süssüz

akroterleri bulunan lahitlerin uzunluğu 2,77 m, genişliği 0,90 m ve kapak dahil yüksekliği 0,88 m’dir.

Mezar odasında da tonozlara geçiş taşları dışarı taşmaktadır. Taban taş döşemedir. Yan duvarlardaki

blok taşların genişliği 0,33m olup harçla örülerek meydana getirilmiştir. Madeni kenetler kullanılmıştır.

Duvar kalınlığı 0,15 ve 0,20 m arasındadır.

 

Mezar odasındaki lahitlerin tekne ve kapaklarının bazı yerlerinin kırık olması mezarın daha önceki

devirlerde açıldığını göstermektedir. Ölü kemiklerinin ve mezarların içinden çıkan seramik ve cam

eşyanın da dağınık vaziyette ele geçmesi bu görüşü desteklemektedir. Bu durumda, mezarda kaç ölü

bulunduğu ve ölü gömme hakkında kesin bir şey söyleyemiyoruz.

 

Mezar odası beşik tonozu ve yapı tekniği bakımından İS I. yy mezar odalarına benzemektedir. En

yakın benzeri olarak “Akyazı tümülüsünü” gösterebiliriz. Akyazı tümülüsü tarih olarak İS 1. yüzyıla ait

bir eserdir. Mezardaki buluntuları da aynı zamana tarihlememiz yanlış olmayacaktır. Buluntuların çok

az olması, altın eşya, sikke ya da yazıt bulunmaması nedeniyle tarihleme için yukarıdaki

değerlendirmelerle yetinmek zorunda kalıyoruz. Bu eserin Geç Helenistik devirde yapılmış olduğunu,

sonra erken Roma devrinde kullanıldığını söyleyebiliriz. Tarih olarak İS 1. ve 2. yüzyılları verebiliriz.

 

Sacit Atagan da 1992 yılında Turgut Mahallesi Barbaros sokakta şimdiki Evliya Çelebi cami arkasında

evini yaparken kazan ustaların haber vermesi sonucu bir mezar ve bu mezarin hemen dibinde kūçūk

bir çocuk lahiti çıkması üzerine Sūmer karakoluna bildirmiş. Polislerle birlikte bayan bir mūze görevlisi

ile birlikte ekip bir saati aşkın inceledikten sonra kafaları olmayan bir erkek ve bir kadın kemikleri

oldugunu söylemişler. Ayrıca kokuluk denen kūçūk toprak şişeler çıkmış. Daha sonra bir şey

belirtmeden bana evini yapabilirsin deyip gitmeleri üzerine inşaata devam etmiş.

 

İzmit Nekropolü

Şehrin büyüklüğü ve arazi durumu sebebiyle antik çağda doğu ve batıda olmak üzere iki

nekropolü/mezarlığı vardır. Doğudaki nekropol şehir sularının dışında Paç mahallesinden başlamakta

ve Bekirderesine kadar devam etmektedir. Bu kısımda şehrin İkinci Dünya harbinden sonra genişleyen

mahallelerinin inşası sırasında sayısız mezarlara raslandı. Bu bölgede Kanlıbağ’da 1967 Mayısında

Helenistik çağdan İS. 2. yüzyıla kadar kullanılmış uzun bir giriş kısmı olan üzeri tanoz örtülü taştan

yapılmış bir mezar odası bulundu ve İzmit müzesi bahçesine taşındı. Bu mezarda bulunan eserler de

müzededir.

 

Kutluca Tümülüsü

 

1940 Yılında Dörner tarafından bulunan Tümülüs İstanbul – İzmit karayolunda Gebze’nin 30 km

kuzeydoğusunda Kutluca Köyü’nün mezarlığı içinde yer almaktadır. İlk araştırmaları T.T.K. ve

İstanbul Arkeoloji Müzeleri adına Prof. Dr. Arif M. Mansel tarfından yapılmıştır. 7 m. yüksekliğe ve

50 m. çapa sahip bulunan Tümülüs daha önce soyulduğundan mezar odasında herhangi bir şey

bulunamamıştır. İnce uzun dromosu oldukça haraptır. 4.50 m çapı olan yuvarlak mezar odasınınüstü 8

yatay taş halkanın, bindirme tekniği ile oluşturdukları bir kubbe ile örtülüdür. Odanın kapak taşının

üzeri sağlam olarak ele geçirilmiştir. Yan duvarları kesme taştan yapılan mezar, mimari özellikleri

açısından Doğu Trakya ve Kırklereli sahte kubbeli mezarlar grubuna girmekte ve MÖ IV. Yy’a

tarihlendirilmektedir.[53]

 

Dörner’in kalemi ile Yarımbaş/Kutluca, Ulupınar, Aytepe ve Üçtepeler Tümülüsleri ile Kapıkaya

Mezarı

 

Kesinlikle Ekşioğlu (Şemsettin) köyünün kuzeydoğusunda, yaklaşık 1,5 saatlik uzaklıkta[54] ağaçlı bir

tepede kubbeli mezarlar keşfettim. Önce anlamadım ama sonra farkına vardım. Yarımbaş Mezarlığı

adını taşıyan bir Türk mezarlığı vardı. Bu mezarlık tepenin sırtında bulunuyor. Görülüyor ki Kubbeli

Mezar olduğunu gösteren inişi vardı. Mezarın yükseltisi beni şaşırttı. Mezar çevresinde antik buluntular

ararken kırılmış parçalar buldum. Kubbede kapak taşaları ve girilecek yerler vardı. Taşların tahribatı

mezarın soyulduğunu gösterir. Ortaları hafifçe oyulmuş iki kapak taşından şu an açılan deliğin önünde

yatan bir tanesi mezar açılırken aşağıya düşmüş olmalı. Yerinde durmakta olan diğer taşın üzerindeki

bozulmalar doğal etkilerden çok mezar açılırken yapılmış gibi görünüyor. Yerinde duran olan yekpare

taş 3.20x1.17x0.37 metre idi. Taş kapak ötede olduğuna göre mezar kazılmış. Kapak taşı

kaldırıldıktan sonra girişi genişletmek için en üstteki dört taş tabakası kısmen tahrip edilmiştir. Soygun

antik dönemde olmuş olmalı zira mezarın içi dördüncü tabakaya kadar dolmuş, bu insan etkisi değil,

doğanın tedrici doldurması ile olmuş. Yarımbaş mezarlığı hakkında az bilgi var. Duvarın uzantısı

kubbeleşmiş, kubbe bir oda büyüklüğünde yeri örtüyor. Bu buluntu, mezar odasının üstünün piramit

gibi örtüldüğünü kanıtlar. Oda dört köşe gibi. Bu yapı şekli Kertch’deki kıral mezarlarına benziyor. Bu

bir tahmindir. Küçük Asya, Güney Rusya ve Trakya mezarları ile kıyaslanırsa sonuç alınır. Çevredeki

şartlar kazı için uygun,araca fazla gerek yok. Bu kazı Bithynia tarihine bir anıt olacaktır.

 

Maltepe Ulupınar’da tamamen yağmalanmış bir mezar yeri buldum. Mezarın tümseği beş metre idi.

Birbirlerini doğrulayan bilgilere göre mezar odası 2x4 m dört köşe idi. Bu yükseklik insandan daha

büyük. Mezarlığın dromosu var. Yapı elemanları Ulupınar altında Karamanlı’daki dere tarafından

erozyona uğramış. Bu elemanlar Ulupınar’da bir değirmende kullanılmış. İlginç olan şu ki, yeni

yapıdaki kum taşı levhalar eski yöntemi izlemiş. Bir köşe parçası buldum. İşlemeli bronz bir parçaya

benziyor. Belki de mezara girerken tahrip edilmiş. Öteki parçalar inşaatlarda kullanılmak üzere yakın

köylere dağılmış. Mezar içindeki eşyaların nereye gittiği belli değil, tarihleme yapamadık.

                                                                                                                      

Başka ilginç olay, eski İzmit-İstanbul yolu üzerindeki tümülüsler. Varlıkları hala sır dolu. Üç Tepeler

mevkiindeki iki adet tümülüs. Kuzeydeki tamamen, güneydeki kısmen düzleşmiş. İzlerin gösterdiği

üzere bir çok kez kazılmaya çalışılmış ve vaz geçilmiş. Tümülüslerin içine dokunulmamış.

 

İki km yukarıda kazıların gösterdiği gibi Aytepe Tümülüsü var. Bithynia’da kullanılmış bezeme sanatına

ait bilgiler açık şekilde kaya mezarında belirtilmiş[55].

 

Bursa’da Hamza Bey Camii kazılarında ortaya çıkan Kapıkaya Mezarı yayınlara göre toprağın içine

yapılmış. Kaya zemine kazılmış. Dört basamakla çıkılıyor. Anlaşılacağı üzere 1.80m yükseklik 2m

genişlikteki mezar odasında eşyalar üst üste konulmuş. Bulunan ölü eşyalarının en ilginci bir saplı

sağlam bir kab, üzerinde asma yapraklı üzüm salkımı şekli görülüyor. Benzer başka bir kab aynı

süslerle bezeli, bunun sapı yivli ve beyaz boyalı. Yarım bir buluntu. Mezarda ayrıca sivri tabanlı,

kahverengi camlı bir altlık var. Üç adet tümsek kandili yanık izlerine göre kullanılmış. Roma dönemi

mezar eşyalarından 2. veya 3. yy olarak tarihlenebilir. Sarkofajın neden tahrip olduğu anlaşılamadı.

Mendel’in araştırdığı gibi Bithynia’da çok görülen bir mezar tipi. Oda veya kubbeli tümülüste

seçkinlerin mezarı çok az kalmış. Yüksek tabakalar sarkofaj yapmış. Sanat tarihi açısından sarkofajlar

önemlidir. Batı Akdenizde’ki araştırmalar gibi bunların da araştırılması dikkat çekici sonuçlar doğurdu.

İmparatorluğun doğu yarısında genel sonuçlar için henüz erken.Gerekli hazırlıklar da yapılmış değil.

Gezdiğim bölge küçük ama gözlemlerim önemli. Kaya mezarının ortaya çıkması zor olduğundan

yerine sarkofajlar yapıldı. Buna ait bir örnek Nikomedeia  akropolisi’nde var. Nikomedeia çevresindeki

yazıt “phüte pualon” bunun kanıtı.

 

Mendel’in Hadrianopolis’te bulduğu benzer bir sarkofajda gırlandlı bezeme var. Benim bulduğum in

situ sarkofaj önemli. Sarkofajlar yapay bir altlık üstünde duruyorlar. Bu altlık bloklardan oluşuyor. Aynı

yerde profilli düzlükler Yarımbaş mezarlığın 400m ilersindeki tepelerde bulunanlarla eşleşir.

Çevresinde bulunan iki sarkofaj dikkat çekici. Medusa kafalı, palmetli, köşe a kroterli, lahit kapağı

ilginç.

 

Kutluca Kubbeli Mezarı ve Onun Trakya Kubbeli Mezarları Arasındaki Yeri[56]

İzmit’in 23 km kuzeybatısında, eski İzmit-İstanbul yolunun yaklaşık 2 km kuzeyindeki Kutluca Kubbeli

Mezarı’nı bulan Alman Arkeolog Dörner, II. Dünya Savaşı’nın başlaması ile doğal olarak yukarıda

özetlediğimiz çalışmalarına ara vermek zorunda kalmıştır. 1955 yılında mezardan köylüler tarafından

taş çıkartıldığı haber alınınca Valiliğin isteği üzerine Kutluca’ya gönderilen epigraf Lütfi Tuğrul mezar

tahribatının 6-7 yıl önce başlamış olduğunu, mezar kapısının meydana çıkarılmış ve içinde bazı

yerlerde define bulmak umudu ile zemine kadar inilmiş olduğunu, dromos’u sınırlayan kesme taşlardan

bir kısmının sökülerek götürülmüş olduğunu, ayrıca tepenin etrafını çeviren bazı krepis bloklarının da

çıkaraılarak satılmış olduğunu saptamış, taş çıkarma işlemini yasaklamak ve var olan taşları

numaralamak yöntemiyle tahribatı bir derceye kadar önlemiştir. Asıl önlem olan kazının bir an önce

yapılması yönünde Dörner ile yazışmalar yapılmış ancak bir türlü mümkün olamamıştır.

 

İstanbul Arkeoloji Müzesi konservatörü Dr. Nezih Fıratlı ve Ed. Fak. arkeoloji asistanları ile birlikte

1966-67 yıllarında yaptığı inceleme kazılarında derhal kazı yapılması gerektiğini gören Mansel, 1-9

Ağustos 1968 yılında bu düşüncesini gerçekleştirir. Kazı sonuçlarını özetle şu şekilde sunar: Mezar,

köy mezarlığının içinde taban çapı ortalama 55 m, yüksekliği ortalama 7m’yi bulan bir yığma tepenin

(tümülüs) güneybatısında yer almaktadır. Tümülüsün kaidesinde düzenli olmayan yassı taşlarla

yapılmış ilkel bir krepis bulunmaktadır ki bu krepis’in kalıntılarına tepenin hemen her tarafında

rastlamak mümkündür. Gerek krepis, gerek kubbeli mezar köyün civarından çıkarılmış gri-bej renkteki

bol fosilli sert bir kalker taşından yapılmıştır.

 

Ana ekseni kuzeydoğudan güneybatıya yönelmiş ve girişi güneyde bulunan anıtsal mezar çapı 4,53 m

ile 4,58 m arasında değişen bir yuvarlak oda ve bir ince uzun koridordan oluşmaktadır. Odanın üzeri,

içten yüksekliği 3,73 m’yi bulan bindirme tekniğinde yapılmış bir kubbe ile örtülüdür. Kubbeyi

tamamlayan ve örten kapak iki yassı bloktan ibaret olup blokların iç kısmı yayvan olup, bir oval

oluşturmak için oyulmuştur.

 

Mezar odasının zdemini ortalama 26 cm kalınlığında, çeşitli büyüklükte fakat özenle işlenmiş yassı

taşlarla döşelidir. Bugün bunlardan ancak birkaç tanesi yerinde durmaktadır. Diğerleri define arayıcıları

tarafından kısmen yerlerinden sökülmüş, kısmen kırılmış bulunmaktadır. Odanın içinde bulunması

gerekli taş lahit ya da kline’ye yani ölü yatağına ait hiçbir kalıntıya rastlanmamıştır. Zemin döşemesinin

altında mezar çukuru olabilcek hiçbir buluntuya rastlanmadığına göre Trakya kubbeli mezarlarında

olduğu gibi, bir ölü yatağı ya da lahitin var olmuş olduğunu kabul etmek gerekir.

 

Odanın güneybatısında eşiği, söğeleri ve lentosu kuvvetli ve taş bloklardan yapılmış, genişliği

aşağıdan yukarı doğru hafifçe eksilen bir kapı yer almaktadır. Odanın zemini ile aynı yüzeyde olan

eşik taşı koridor zemininden 18 cm daha yüksektedir. Koridorun, Trakya-Mezek yöresinde Maltepe

tümülüsünde olduğu gibi, balıksırtı şeklinde ve kesitleri düzenli bir üçgen oluşturan eğimli taş

levhalardan ibaret bir çatı ile örtülmüş olması olasıdır.

 

Kutluca yöresinde bulunan ve çoğunlukla yüksek taş altlıklar üzerinde duran taş mezarlar, köyün

kuzeyinde iyi durumdaki Roma taşköprüsü, İzmit-Kadıköy ve kuzey sahillerine ulaşan yolların

kavşağında bulunan bu yörenin önemli bir merkez olduğunu göstermektedir.

 

Bindirme tekniğinde yapılmış taş çatılarla örtülü tümülüsaltı mezar yapıtlarına Kutluca yöresinde

Yağcılar’da (bu mezarın tümüyle tahrip edildiği anlaşılıyor), ve oraya yakın Taşambarı ! denilen yerde

ya da Duraklı köyü yöresinde, kazı süresince yaptığımız inceleme gezisinda rastladık. Bu yapıtlarda

kare ya da dikdörtgen odaların köşelerinde pandantifler ve bunların üzerinde kubbeler yer almaktadır.

Dromos’un mevcut olup olmadığı bilinmektedir. Açılıp soyulmuş, kısmen de tahrip edilmiş bu yapıtlar

yığma tepelerin üst kısmında açılmış deliklerden görülebildiğine göre tip ve inşa tekniği bakımından

Kutluca mezarından ayrılmaktadır. Kutluca mezarı anıtsallığı, taş işçiliğnin güzelliği ve dakiklği

bakımından bu mezarlar grubu arasında önemli bir yer almaktadır.

 

Bindirme tekniğinde yapılmış kubbe ve tonoz kemerler Anadolu’da pek eski zamanlardan beri

kullanılmış olmakla birlikte Kutluca anıtsal mezarının ilk kez bulunan, tam anlamı ile “klasik” bir kubbeli

mezar tipini temsil ettiği söylenebilir. Bu mezar tipi Türkiye Trakyası ve Güney Bulgaristan’da

bulunmuş ve araştırılmış mezarlar grubu ile beraber gitmektedir. Bu benzerlikler Kutluca mezarının İÖ

4. yy’a ait olduğuna işaret etmektedir. Mezar içinde hiçbir eser bulunmuş olmadığından kesin bir

tarihleme olası değildir. Yörenin eski çağlardaki halkı, toponimik ve antroponimik dil kalıntılarının orta

koyduğu gibi Traklardan oluştuğundan, Bithynia’da büyük arazi sahiplerinin kendi ve aileleri için

anavatanlarındaki mezarlar tarzında mezarlar yaptırdıkları anlaşılmaktadır ki bunların en özgün bir

örneğini Kutluca kubbeli mezarı oluşturmaktadır.

 

Akmeşe Güvercinlik Tümülüsü

Akmeşe Beldesi yakınında Güvercinlik köyü sınırlarında hakim sırt üzerinde yer almaktadır. Bir kaçak

kazı sonucu ihbar edilmesi üzere yerinde inceleme yapan Müze Müdürlüğü görevlilerince kurtarma

kazısı yapılmıştır. Ancak kaçak kazıcılar tarafından oldukça tahrip edilmiştir. Helenistik çağda milattan

önce 3. veya 4. yüzyılda yapıldığı tahmin edilen tümülüs'teki tahribat tarihlendirmeyi zorlaştırmaktadır.

Kısa bir dramosu ve tahrip olmuş mezar odasında hiç bir bir tarihi bulguya rastlanılmamıştır.

Tümülüsün kuzey ve güney tarafındaki toprak yığınının defineciler tarafından yıllar içinde kaldırıldığı

anlaşılırken mezar odası girişine (dramos) üç basamakla inilerek ulaşılmaktadır. Mimari yapısı diğer

Tümülüsler gibi Helenistik dönem özellikler göstermektedir. Müze Müdürlüğü uzmanlarının 1993

yılında yaptığı kurtarma kazısı esnasında dromos ile mezar odasını bir birine bağlayan kapıda tespit

edilen stilize edilmiş haç motiflerinin de silindiği anlaşılmıştır.

 

 

Bolu Buluntuları[57]

Arkeolojik buluntulara göre Bolu tarihi, Eski Tunç Çağına kadar uzanmaktadır. Bugünkü Turizm ve

Otelcilik M.Y. Okulunun bulunduğu alanda yer alan küçük bir höyükte ele geçmiş olan ve halen Ankara

Anadolu Medeniyetleri Müzesinde "Bolu Kabı" ismiyle sergilenen pişmiş toprak eser İÖ 3000 yılına

tarihlendirilmektedir. Söz konusu eser Bolu'da şu ana kadar bilinen en eski buluntudur. Gerede ilçesi,

Ümitköyü çevresinde de yine aynı şekilde İÖ 3000 - İÖ 2000 (Eski Tunç ve Orta Tunç Çağı)

yerleşmeleri tespit edilmiştir. Ayrıca, Bolu Değirmenözü köyünde bulunan İÖ 1. Bin’e ait olan kapaklı

çömlek ve demir kılıçları da belirtmek gerek.

 

Antik Bithynia bölgesinin doğusunda, Bithynium[58] ve Claudiopolis[59] yerleşmelerinin oluşturduğu bir

höyük ise Bolu kentinin merkezinde yükselmektedir. Doğu batı uzantısı 2000 m, kuzey güney uzantısu

750 m olan höyüğün üzerinde Kargatepe, Hisartepe, Hıdırlıktepe ve Uğurlunalp tepesi yer

almaktadır.[60]

 

Kargatepe’nin güneydoğu eteklerinde 1978 yılında heykel başı ve Eros heykeli, Kargatepe ile

Hisartepe arasında 1972 yılı yol çalışmaları esnasında Hadrianus (117-138) tarafından yaptırılmış

anfitriyatro kalıntıları ile Herakles heykeli bulunmuştur.[61]

 

Hıdırlıktepe nekropol sahasıdır. Kültür Sitesi’nin güneyinde kiremit mezarlardan kalıntılar görmek

mümkündür. Tepenin batısında yol açımı sırasında içi freskli bir hipoje bulunmuş fakat inceleme

yapılmadan, yola mani olur gerekçesi ile kapattırılmıştır.[62] 1978 yılında inşası biten Belediye binasının

kuzey batısındaki eğimli arzide anfitiyatronun varlığını gösterir izlere rastlanmaktadır.

 

Uğurlunalp tepesi, höyüğün batısındadır. Üzerine Devlet Hastahanesi inşa edilmiştir. Batı eteklerinde

Roma devri seramik kalıntılarına rastlanmaktadır.

 

Hisartepe üzerindeki Ticaret Lisesi’nin kuzeydoğusunda 1960 yılında bahçe düzenleme çalışmaları

sırasında yivli sütüunlar ve friz parçaları bulunmuştur. Aynı tepe üzerinde bir çok yabancı gezgin ve

araştırıcı bazı duvar kalıntıları görmüş ve bunları saray veya kale kalıntıları olarak yayınlamıştır.[63]

1978 ilkbaharında Bolu Belediyesince Hisartepe’de yeni su deposu temel çalışmaları esnasında yine

bazı kalıntılar çıkması üzerine  Ark. Bedri Yalman başkanlığında kazılar yapılmıştır. Kazı sahası,

doğudan Bolu Lisesi bahçe duvarı, batıdan Ticaret Lisesi bahçesi, kuzeyden 1964 yılında yapılmış su

deposu, güneyden ise Ticaret Lisesi bahçe duvarı ile çerçevlenmiştir. Saha 1950 yılında yapılan ufak

su deposunun yıkımından arta kalan molozlar, temel kazısından oluşan geniş çukurlar ve su borusu

döşemek için açılan yarmalar ile toprak tepeciklerle kaplanmıştı.Kazı sahasının gerek çevresi, gerekse

iç kısmının bu denli çalışmayı kısıtlayıcı oluşuna rağmen 1978 kazısı süresince11 açma

gerçekleştirilmiştir.

 

Birinci açmada altı tabaka saptandı. Üstteki üç tabakada bol miktarda Roma seramiği, alttaki

tabakalarda ise Geç Helenistik devir seramiği bulundu.Moloz taşlardan kireç karışımı harç ile örülmüş

bir duvar kalıntısı ile aynı malzemeden blokaj bulundu. Üçüncü tabakada yanyana sıralanmış künkler

saptandı.

 

İkinci açmada da birinci açmadaki 1,25 m  kalınlığındaki duvarın devamına rastlandı. Batısında bir

Bizans seramik ocağı ile kesilmektedir. Kuzeyinde moloz taş ve harçla yapılmış blokaj bulunmaktadır.

Beyza kalkerden yapılmış akanthus yaprakları ile sütunlara ait yiv parçaları bulunmjuştur.İkinci

açmanın batısındadır. Moloz duvarın devamı ve bol miktarda Roma dönemi seramik parçaları

bulundu.

 

Bir diğer açmada tuğla, künk parçaları, hayvan kemikleri, Roma ve Geç Helenistik seramik parçaları,

bulundu. İonik sütun parçası tesbit edildi. Ayrıca yan yana dizilmiş altı ad. kırmızı renkli künk bulundu.

1Bunun altında bol miktarda büyük baş hayvan kemiği ve Roma seramiği bulundu. Duvar kalıntısı ve

kalkerden yapılmış güneş saati bulundu.

 

Bolu Lise bahçesinin kuzeyinde yapılan temizlik çalışmasında 6 basamak meydana çıkarıldı. Birinci

açmanın doğusuna bitişiktir. Duvar ve blokajın devamı ortaya çıkarıldı. Yangın geçiren üçüncü

tabakada Geç Helenistik seramik parçaları ve birinci ile beşinci açmadaki künklerin devamı bulundu.

İlk tabakalarda bol Bizans ve sonra Roma seramiği bulundu.Üst tabakalarda Bizans seramiği bulundu.

Bol miktarda hayvan kemiğine rastlandı. Kemik yüzük ve mimari parçalar bulundu.Yedinci açmanın

kuzeyindedir. 4,30 m kalınlığında duvar kalıntısı bulundu.

 

Kazıda İÖ 7. yüzyıla tarihlendirilen Batı Anadolu kaynaklı bir seramik parçası bulunmuştur. Söz

konusu buluntu bu dönemde Bolu'daki Lidya kültürünün küçük bir göstergesidir. Ayrıca bulunan duvar

kalıntıları, mimari parçalar, antik kaynaklar ve sikkeler burada Roma devrine ait bir tapınağın varlığını

ortaya koymaktadır.

 

Bolu ili, Göynük ilçesi, Soğukçam köyündeki Frig Kaya Anıtı İÖ 8 - 7. yüzyıllarda Anadolu'da büyük bir

devlet kuran Friglerin bölgede yerleştiklerinin en önemli kanıtı olmasının yanı sıra bilinen en uzun Frig

anıtı olma özelliğini de taşımaktadır. Anıt’ın üst kısmında kutsal günlerde Ana Tanrıça Kybele

heykelciğinin konulduğu üçgen bir niş ve altında da 9 satır kitabe bulunmaktadır. 1900 yılında yine

Göynükte olasılıkla bir tümülüsten çıkarılmış içinde gümüş parçalarında bulunan eserler İstanbul

Arkeoloji Müzesi’nde sergilenmektedir.

 

Gerede ilçesi, Avşarıevvel köyünde ele geçen İÖ 5. yüzyıla ait süvari tasvirli Arkaik dönem mezar steli

halen İstanbul Arkeoloji Müzelerinde sergilenmektedir.

 

Makedonya Kralı Büyük İskender'in İÖ 334'te Anadolu'ya girmesi ile, Helenistik uygarlık gelişip

büyümüştür. Bu dönemde Bolu ve çevresi Bithynia Krallığı sınırları içinde yer almaktadır. Bolu'da

Bithynia dönemi sadece sikkeler üzerinden takip edilebilmektedir. Sikkeler dışında, bu döneme ait

başka bir buluntu ele geçmemiştir.

 

Bithynia Kralı I. Nikomedes, İÖ 3. yüzyıl başlarından itibaren paralı asker olarak getirdiği Galatların

Bithynia yaylalarında da yerleştikleri bilinmektedir. Bolu merkez Hıdırşeyhler köyü yakınında iki adet

Galat Tümülüsü  bulunmaktadır. Bu tümülüslerde 1964 yılında yapılan kazıda çıkan Galat tasvirli altın

broş ve diğer eserler halen İstanbul Arkeoloji Müzelerinde sergilenmektedir. Bunlar arasında bulunan 2

altın tork (boyunluk) Yunan heykel sanatındaki Galat betimlemelerinden bilinmekte olup hayvan başı

betimli 2 bilezik ise tipik Galat eserlerindendir. Tümülüsler kesin tarihlendirilememekte olmasına karşın

İÖ 3. yüzyıl sonlarına ait olması kuvvetli bir olasılıktır.

 

II. Nikomedes zamanında Bithynia'da Helenistik kültür tesiri artırmıştır. 1978 yılı Hisartepe kazısı ve

Bolu Müzesince yapılan 1995 yılı Örencik Tümülüsü kazılarında İÖ 1. yüzyıla ait Geç Helenistik

dönem seramik ve terracota figürin parçaları bulunmuştur.

 

Sakarya, Teketaban Timülüsü [64]

Sakarya-Karapürçek karayolunun 18. kilometresinde bulunan Teketaban köyü, Karadağ eteklerinin

ova ile birleştiği kısımda yer almaktadır. Verimli topraklara ve hafif dalgalı bir arazi yapısına sahiptir.

Köy içinden geçen asfalt yol Adapazarı, Karapürçek ve Akyazı bağlantısını sağlamaktadır.

 

Sakarya Müzesi’nce yapılan kazılarda, yaklaşık 40 m çapında ve 8 m yüksekliğinde tümülüs olduğu

anlaşılan tepecikten zaman zaman köylüler tarafından toprak alınması sonucu ¾’lük kısmının

kaldırıldığı ve yine toprak alınırken mezar boşluğuna rastlandığı anlaşılmıştır. Düz bir arazi üzerinde

yükselen tümülüsün orta yerinde tepe noktasından 8 m derinlikte ve büyük bölümü açığa çıkmış

durumdaki mezar boşluğunun olduğu yerde 3 x 3 m ebatlarında bir alan temizlenerek ve dikey kesitte

görülen izler takip edilerek mezar tabanı ve ahşap kalas izleri meydana çıkarılmıştır.

 

Yapılan çalışmalarda çürümüş ve kömürleşmiş durumdaki ahşap parçacıkları dışında her hangi bir

buluntuya rastlanmamıştır. Kesitte ve tabanda görülen ahşap izdüşümlerinden hareketle, mezarın

ahşaptan yapıldığı, etrafına doldurulan toprağın ince ve baskılı olduğu ve bu durumda içte kalan

ahşabın çürümesi sonucu yanlarda ve tabanda bıraktığı izlerin ahşabın şeklini aynen muhafaza ettiği

belirlenmiştir.

 

Dıştan dışa ölçüleri kısmen tesbit edilebilen ahşap mezar odasının doğu-batı istikametinde olduğu,

300 cm boyunda, 114 cm genişliğinde ve yaklaşık 200 cm yüksekliğinde boyutlara sahip olduğu

belirlenmiştir. Semerdam çatılı mezar odasının yalnızca çatı yüksekliği 83 cm’dir. Her iki uçta mezar

tabanının altına yerleştirildiği belirlenen kalasların toprakta bıraktığı izdüşümlerin derinliği 38 cm’dir,

uzunluğu ise 184 cm’dir.

 

Ahşap mezar odasının bulunduğu yerde her hangi bir buluntuya rastlanmamış olması ve jandarma

tarafından ilk müdahale esnasında yüzeyde bulunduğu ifade edilen gümüş koku kabının mezar odası

dışında olması, tümülüsün tepe kısmında ve kesitte kaçak kazı izi görülmesi mezarın daha önceden

soyulduğunu göstermektedir. Ele geçirilen gümüş koku kabı 9 x 7,5 cm boyutlarında olup, kısa

silindirik boyunlu, armudi gövdeli ve düz tiplidir. Omzuna yapışık olan bileziğin üzeri boğumlu olup yer

yer altın kaplama izleri mevcuttur.

 

Anadolu’da Trakya bölgesi ile Frigya ve Lydia devletlerinin egemen olduğu bölgelerde bir çok

tümülüse rastlanmıştır. Bu gelenek Romalılar zamanında da devam etmiştir. Teketaban tümülüsünden

elde edilen bilgiler dönemi hakkında kesin bilgiler vermemektedir. Ancak mezar odasında ahşap

kullanılması Frigya tümülüslerini çağrıştırmaktadır. Teketaban köyü çevresinde daha başka

tümülüslerin de var olduğu bilinmektedir. Bu tümülüslerde ileride yapılacak arkeolojik kazılar, bölge

geçmişine ışık tutacaktır.

 

Ayrıca[65], yöredeki bir başka tümülüs “Adapazarı, Tersiye Köyü” tümülüsünde 1958 yılında yapılan

kazılarda bulunan ve Nezih Fıratlı tarafından yayınlanan iki adet kandil, İÖ 2. yüzyıl ikinci yarısı ile İÖ

1. yüzyıl başına tarihlenirken, birinin yapım atölyesi Efes olarak belirlenmiş diğerinin ise tesbit

edilememiştir.[66]

 

Tarih Öncesi Dönemlerde Anadolu ile Balkanlar Arasındaki Kültür İlişkileri ve Trakya’da Yapılan

Yeni Kazı Çalışmaları [67]

Kıtaları bir birine bağlayan önemli bir konumda bulunmasına karşın, Trakya yakın zamanlara kadar

arkeolojik bakımdan çok ihmal edilmiş bir bölgedir. Anadolu, Balkanlar, Karadeniz ve Ege gibi, coğrafi

ve kültürel gelişim süreçleri bakımından bir birinden farklı çok farklı dört bölgenin birleşim noktasında

olması, Trakya’nın kıtalararası bir göç yolu olarak görülmesine neden olmuş. Bu da Trakya’nın kültürel

oluşum sürecine katkısının göz ardı edilmesine sebep oldu. Nitekim yakın zamanlara kadar Trakya ve

Marmara bölgeleri ülkemizin arkeolojik bakımdan en az araştırılmış yerleri olarak kalmıştır.

 

Anadolu ile Balkan kültürleri arasındaki ilişkilerinin gözden geçirilmesi zorunluğunun görülmesi

sonrası, İstanbul Üniversitesi Prehistoria kürsüsü tarafından yapılan araştırmalar sonucunda

Trakya’nın yalnızca kültürleri aktaran bir köprü olmadığını, bazen kültürel bir sınır oluşturduğunu,

bazen de kendisine özgü bir kültür geliştirdiğini göstermiştir.

 

Her şeyden önce Trakya’yı çevreleyen dört bölge arkeolojisinin Ege, Balkanlar, Karadeniz ve Anadolu

arkeolojileri olarak ayrı ayrı uzmanlaştığını unutmamak gerek. Buna uzun süre Doğu Avrupa ile Ege-

Anadolu arasındaki bilgi aktarımının durağan olduğu da eklenince bir birine komşu bölgeler bir birinin

yaptığı çalışmalardan habersiz kalmıştır.

 

Trakya’da yapmış olduğumuz çalışmalar Kalkolitik Çağ içindeki gelişmelerin iki bölümde ele alınması

gerektiğini göstermiştir (Suriye-Mezopotamya kronolojisine de bağlı olarak Anadolu’da Kalkolitik Çağ,

İlk-Orta ve Son olarak üç bölüme ayrılır. Buna karşılık Balkanlardaki kronolojik bölümleme çok daha

farklıdır ve dönem adları Anadolu ile tam olarak eşleşmez. Genel olarak boya bezemeli çanak

çömleğin görüldüğü Balkan İlk Neolitik Çağı Anadolu’da kısmen Son Neolitik Sonu, kısmen de İlk

Kalkolitik Çağ ile çağdaştır. Balkan Orta Neolitik Çağ yani Vinca dönemi ise kısmen Anadolu’da ilk,

kısmen de orta Kalkolitik Çağ karşılığı olarak kullanılmaktadır.

 

Son Kalkolitik Çağ, Anadolu ve Yakın Doğu kadar Balkanlar’da da çok ilginç gelişmelerin olduğu bir

dönemdir. Anadolu’da Suriye-Mezopotamya kültürlerinin de etkisi ile kentleşme süreci görülür. Doğu

ve Güneydoğu Anadolu’dan başlayan, ve giderek batıya Ege’ye doğru yayılan bir kent oluşumu

beraberinde bir ekonomik örgütlenme modeli de getirmiştir. Dönemin sonlarına, İÖ 3200 yıllarına

gelindiğinde kent dokusu, örgütlü ticaret, madencilik gibi ögelerin, Kuzeybatı Anadolu da dahil olmak

üzere tüm Ege ve kıta Yunanistanına kadar yayıldığı görülür. Buna karşılık olan dönem Balkanlar’da

Karanovo VI – Kocadermen – Gumelnitsa evresi olarak bilinmektedir. Bu evrede, daha önce kültür

bütünlüğü olan Balkanlar’da Batı ve Doğu Balkanlar ayrı birer kültür ögesi oluşturmuşlardır.

 

Yukarıda kısaca değinildiği gibi İÖ 4000 yıl içinde Anadolu’da kentleşme süreci başlamış ve Trakya bu

gelişmenin tamamen dışında kalmıştı. İ.Ö. 3000 yılları başlarında Balkanlar’da Cucuteni-Gumelnitsa-

Kocadermen kültürlerinin tümü ile ortadan kalktığı, birkaç yüzyıl süren ve Çernovoda evresi olarak

bilinen karışık-karanlık bir dönemin başlandığı bilinmektedir.... Buna karşılık Kuzeybatı Anadolu’da,

Troya’da olduğu gibi küçük kent devletleri ya da merkezler oluşmuş, bunları çevreleyen çok sayıda

küçük yerleşim birimi ortaya çıkmıştır. Anadolu’da gelişen, kentleşmeden devletleşme sürecine giren

bu modelin, ticaret ve ham madde gereksinimi gibi nedenlerle yayılma eğilimine girdiği, sınırlarını

zorladığı anlaşılmaktadır.

 

Trakya’da yaptığımız yüzey araştırmaları Marmara Denizi’nin kuzey kıyısı boyunca Anadolu türü çok

sayıda höyük yerleşimin olduğunu, ancak iç kesimlere girince bunların ortadan kalktığını göstermiştir.

İç kesimlerde ise Anadolu’dan çok farklı, Balkan Ezero kültürü ile benzeşen, kaba el yapımı çanak

çömlek ile belirlenen küçük düz yerleşmeler bulun muştur. Bu türe girdiğini sandığımız bir yerleşim

yerinde, Kırklareli yakınındaki Kanlıgeçit Mevkiinde 1994 yılında başladığımız kazı çalışmaları ise, hiç

beklemediğimiz şekilde bir Anadolu yerleşmesinin örneğini vermiştir...

 

Balkan yarımadasında kazılmış tarih öncesi yerleşmelerinin 500’ü aşkın buna karşın Trakya’dakilerin

onu bulmadığı göz önüne alınırsa tüm sorunların çözülmesi beklenemez....

 

Güney Bulgaristan ve Kuzeybatı Türkiye’de Epipaleotik/Mezolitik, Neolitik Dönemlerde Yontma

Taş Toplulukları [68]

Bu inceleme Trakya (Güney Bulgaristan ve Türkiye’nin Avrupa’da yer alan bölgesi), Marmara Bölgesi

ve Batı Anadolu’yu kapsamakta olup Trakya’nın Yunanistan’da kalan kısmı, Yunanistan’ın neolitik

döneme geçişinde önemli rol oynamış olmasına karşın burada ele alınmamıştır.

 

Bununla birlikte, Marmara denizi civarındaki bölge, Anadolu ve Balkanlar arasında ekonomik

modellerin, teknolojilerin ve sanat formlarının yayılışında belirgin bir rol oynamıştır.

 

Aşağıda verilen Neolitik yontma taş örnekleri Bulgaristan Karadeniz sahilindeki Dikilitaş, Türkiye

örnekleri ise Meriç nehrinin doğusu (Kırklareli varoşlarındaki Aşağıpınar ve Meriç deltasında

Hocaçeşme) ile batı Anadolu’daki bir neolitik yerleşim olan Ilıpınar’ı (Orhangazi yakınında-İznik’e

yakın) konu almaktadır.

 

Bulgaristan yontma taş örnekleri 1960 ve 1980 yılları arasında Bulgar arkeologu Ara Margos

tarafından Bulgar Karadeniz sahilindeki 11 yerleşim yüzeyinden toplanmıştır.

 

Türkiye Karadeniz sahilindeki bir çok yerleşim ise İstanbul Üniversitesinden Mehmet Özdoğan

tarafından bulunmuştur. 1970 lerin başında Asya ve Avrupa yakası Türkiye Karadeniz sahillerinde

fosilleşmiş kum yüzeyde Orta, Geç ve Epipalaelotik dönemlere ait yontma taş örnekler toplamıştır.

Epipalaelotik örneklerin değişik tipoloji ve patina’da oldukları görülmektedir.

 

Türk ve Bulgar Pleistosen/Holosen yontma taş buluntularının benzer şekillerde bulunduğunu

vurgulamak gerekir. Her ikisi de insan elinin yoğun değdiği ve fosilleşmiş kum yüzeylerdeki yerlerden

toplanılmıştır. Bu buluntular Pleistosen/Holosen yayılış döneminde tek bir yerel kültürün varlığına delil

olarak kabul edilmektedir. Bu noktada[69] o dönemlerde İstanbul boğazının mevcut olmayıp geçişlerin

çok kolay olduğunu da hatırlamak gerekir.

 

Tarih Öncesi Dönemde İzmit Körfezi ve Çevresi [70]

Marmara Bölgesi’nde insanların yerleşmesi için en uygun alanların neresi olduğunu harita üzerinde

belirlemeye çalışsak, hiç kuşkusuz İzmit Körfezi çevresi ilk seçilen yerlerden biri olacaktır. İzmit

Körfezi, Anadolu ile Trakya arasındaki en kolay geçişi sağlayan Kocaeli Yarımadasını sınırlayan, çok

iyi korunaklı, büyük bir liman niteliğindedir. Başka bir deyişle Yakındoğu ile Avrupa’yı birbirine

bağlayan doğal yolların, bir huninin dar boğazı gibi birleştiği bir yerde bulunmaktadır. Son yıllarda,

sularının bilinçsizce kirletilmesinden önce her türlü deniz canlısının barınmasına çok uygun olan

körfez, ilkel balıkçılık ve yumuşakçanın toplanması için de uygun kıyılara sahip idi. Bunun ötesinde

gerek kuzeyinde Kocaeli Yarımadası ve gerekse güneyindeki Armutlu Yarımadası çok zengin bir

doğaya, yenebilir bitki ve yemişlere ve buna bağlı olarak da her türlü av hayvanının barındığı , tatlı su

kaynaklarının bol olarak bulunduğu bir ortama sahiptir. Körfez ve çevresinin bu nitelikleri ile her

dönemde insanlar için çekici olması beklenirdi.

 

İzmit Körfezi’nin yukarıda özetlenen, olumlu çevre koşullarına karşılık bölgenin arkeolojisi ve tarih

öncesi kültürleri ile ilgili bilgilerimiz yok denecek kadar azdır. Genel olarak Marmara bölgesi arkeolojik

açıdan az araştırılmış, kazı ve yüzey taramaları çok sınırlı yapılmış bir bir bölgedir, ancak yin de geçen

yüzyılın sonundan bu yana toplanan bilgi ve özellikle son yıllarda artan araştırmalar Marmara Bölgesi

kültür tarihinin ana hatlarını anlamamıza önemli ölçüde yardımcı olmuştur. Kuşkusuz elmizdeki bilgiler,

bölgenin her yeri için aynı düzeyde değildir. Ancak Marmara bölgesinde genelde az bilinen yerin

Kocaeli Yarımadası ile İzmit Körfezi’nin kıyı bölgeleri olduğunu söyleyebiliriz.

 

Daha önce de belirttiğimiz gibi bu bilgi eksikliği, bölgenin ortam zenginliği ile tam bir zıtlık

oluşturmaktadır. Bu durum yalnızca araştırma eksikliği ile açıklanamaz. İlginç bir başka olgu da bu

bölgedeki tarih öncesi çağların eski dönemleri hakkındaki bilgilerin daha yeni dönemlerden fazla

olmasıdır. Nedenleri ile ilgili yorumlara girmeden önce Körfez çevresi ve Kocaeli Yarımadası’nın tarih

öncesi dönemlerine ait elimizdeki bilgileri sıralamakta yarar var.

 

Paleolitik Dönem: İnsanların Marmara Bölgesi’nde Orta Pleistosen’den bu yana tüm Pleolitik dönem

boyunca var olduğu bilinmektedir. Yapmış olduğumuz yüzey taramalarında bölgenin çeşitli

kesimlerinde Paleolitik Çağa ait buluntulara seyrek de olsa rastlanmıştır ki bu durum Marmara

Bölgesi’nin diğer yerleri ile tam bir uyum göstermektedir. Marmara Bölgesi’nde özellikle kıyıdan uzak

yerlerde ve özellikle kırmızı topraklar ile kaplı kesimlerde Orta ve Üst Paleolitik dönemlere ait

parçalara seyrek de olsa rastlanmaktadır. Kıyı boyunca ise genellikle yüksek yerlerdeki taraçaların

aşınma yüzeylerinde Alt Paleolitik, kıyı çizgisine yakın yerlerde de Üst ve Epi-Paleolitik dönem

malzemesi görülür. Ancak, bunlar çok ender şekilde “konak yeri” olarak yorumlanabilecek

yoğunluktadır.

 

Kocaeli Yarımadası da yukarıda özetlenen dağılıma uygun buluntu vermiştir; bu kesimde konak yeri

olarak tanımlayabileceğimiz yoğunluklara yalnızca Karadeniz kıyı şeridi üzerinde, en önemlileri Alaçalı

olmak üzere, kumullarda[71] Üst ve Epi-Paleolitik konak yerleri, Kefken-Sarısu çevresinde Alt ve Orta

Paleolitik dönem yerleri ile Yalova-Çınarcık arasında İbo’nun Rampası mevkiinde[72] yine Alt ve Orta

Paleolitik dönem buluntu yerleridir. Bu durumu ile Armutlu ve Kocaeli Yarımadaları özellikle Kuzey

Marmara Bölgesi’nin olağan Paleolitik Çağ buluntu düzenine tam uyum göstermektedir.

 

Neolitik Dönem: Neolitik Dönem buluntu yerleri bulmanın güçlüğü bilinmektedir; en yoğun yüzey

taramalarında bile çoğu kez Neolitik dönem yerleşmeleri kolaylıkla atlanabilmekte ve bunların

bulunabilmesi de çoğu kez rastlantılarla olmaktadır. İzmit Körfezi çevresinin özellikle ağız kesimleri bu

bakımdan oldukça şanslı kabul edilebilir. Pendik yakınlarında İÖ 5500 yıllarına, Fikirtepe kültürüne ait

Pendik-Kaynarca yerleşmesi,[73] Tuzla [74] ve Yalova-Göztepe [75] bu kültürün yayılımını simgelemektedir.

İlginç olan, söz konusu yerleşmelerin tümünün Marmara Denizi’nin göl koşullarından deniz durumuna

dönüşme sürecine tarihlenen yerleşmeler olması [76] ve Neolitik dönemin daha sonraki evrelerine ait bir

ize bu bölgede rastlanmamasıdır.

 

Kalkolitik Çağ: Bölgede yapmış olduğumuz araştırmalarda Kalkolitik çağın hiçbir aşamasına ait tek bir

parçaya bile rastlanmamıştır. İstanbul’un Avrupa yakasının bu kültürler açısından zenginliği, yine İznik

havzasına bu dönemde yoğun olarak yerleşilmiş olması ve bunun ötesinde Trakya ile Anadolu

kültürleri arasında bu dönemde var olduğunu bildiğimiz kültür ilişkilerinin yoğunluğu[77] karşısında,

Kocaeli Yarımadası’nın boş olması ortaya güç açıklanır bir soru çıkarmaktadır.


[1] Vedat Ediger, Mustafa Ergin, izmit KörfEzi Kuvarterner İstifi’nin Dedimentolojisi, s.241-255, 1995

[2] M. Yıldız Hoşgören, İzmit Körfezi Kuvaterner İstifi, İzmit Körfezi Havzası’nın Jeomorfolijisi, s.347, 1995

[3] M. Yıldız Hoşgören, İzmit Körfezi Kuvaterner İstifi, İzmit Körfezi Havzası’nın Jeomorfolijisi, s.347, 1995

[4] E. Meriç, V. Yanko, N. Avşar, A. Nazik, H. Koral, İzmit Körfezi Kuvartener istifi, Kuvarterner Döneminde Akdeniz ve Marmara Denizi Arasındaki Deniz Bağlantıları, s.287-292

[5] E. Meriç, V. Yanko, N. Avşar, A. Nazik, H. Koral, İzmit Körfezi Kuvartener istifi, Kuvarterner Döneminde Akdeniz ve Marmara Denizi Arasındaki Deniz Bağlantıları, s.287-292

[6] Oğuz Erol, Oktay Çetin, İzmit Körfezi Kuvarterner İstifi, Marmara Denizi’nin Geç Miyosen ve Holosen’deki Evrimi, s.338, 1995

[7] Oğuz Erol, Oktay Çetin, İzmit Körfezi Kuvarterner İstifi, Marmara Denizi’nin Geç Miyosen ve Holosen’deki Evrimi, s.338, 1995

[8] Oğuz Erol, Oktay Çetin, İzmit Körfezi Kuvarterner İstifi, Marmara Denizi’nin Geç Miyosen ve Holosen’deki Evrimi, s.338, 1995

[9] Prof. Dr. Engin Meriç, İzmit Körfezi Kuvaterner İstifi, Sonuçlar, s.353, 1995

[10] Prof. Dr. Engin Meriç, İzmit Körfezi Kuvaterner İstifi, Sonuçlar, s.353, 1995

[11] Funda Akgün, İzmit Körfezi Kuvarterner İstifi’nin Palinolojik İncelemesi, s.190-195, 1995

[12] Veli Sevin, Eski Anadolu ve Trakya, s. 17

[13] Veli Sevin, Eski Anadolu ve Trakya, s. 18

[14] Şefik Ramazanoğlu, SAÜ Yard. Doç. , Kandıra Sempozyumu Bildirisi, 25.12.2004

[15] Mehmet Özdoğan, Anadolu’dan Avrupa’ya açılan Kapı Trakya

[16] Ulf – Dietrich Schoop,Anadolu’da Kalkolitik Çağda Süt Ürünleri Üretimi

Arkeoloji ve Sanat, Kasım-Aralık 1988, s.26: Hütteroch 1982: 60

[17] Ulf – Dietrich Schoop, a.g.m: Dr. Reinder Neef tarafından yapılan analizler, DAI Berlin.

[18] Ulf – Dietrich Schoop, a.g.m., s.26

[19] Veli Sevin, Eski Anadolu ve Trakya, s.78

[20] Faruk Ertunç, Bizim Dergi, yıl 2, sayı 64, s. 20-21, 17 Ocak 2005

[21] Veli Sevin, a.g.e., s.71-74

[22] Pendik Belediyesi ve İst. Ark. Müz. tanıtımları

[23] Jacob Roodenberg – Songül Aslan Roodenberg, Arkeoloji ve Sanat, Mart-Nisan 1999, s. 16-21; Ramis Dara, Turistik Bursa Sözlüğü, s.106

[24] Veli Sevin, Eski Anadolu ve Trakya, Ilıpınar, s.76

[25] Veli Sevin, Eski Anadolu ve Trakya, Ilıpınar, s.76

[26] Ramis Dara, Turistik Bursa Sözlüğü, s. 201

[27] Bursa Belediyesi tanıtımları

[28] İznik Belediyesi Tarih Çalışmaları

[29] İznik Belediyesi Tarih Çalışmaları

[30] İznik Belediyesi Tarih Çalışmaları

[31] İznik Belediyesi Tarih Çalışmaları

[32] İznik Belediyesi Tarih Çalışmaları

[33] İznik Belediyesi Tarih Çalışmaları

[34] İznik Belediyesi Tarih Çalışmaları

[35] Yıldız Meriçboyu-Sümer Atasoy, İstanbul Ark. Müz. Yıllığı,15-16, Ayrı Baskı, 1969; M.J. Mellink, “Archeology in Asia Minor”, AJA, 72, no.2 (1968), s.145’de haber olarak verilmiştir.

[36] C. F., agç, s. 25

[37] Şahin Sencer, 1974, s. 19-20, harita 2 

[38] Fıratlı Nezih, age, s. 16

[39] Kamil Turhan isimli şahsın inşa ettireceği evin temeli kazılırken 15 Nisan 1967 tarihinde mezar odasının tonozuna rastlanmış, Dr. Nezih Fıratlı tarafından incelenerek önemli bir mezar olduğu belirtilmiş ve İzmit Müzesi’ne naklinin yerinde olacağı bildirilmiştir.

[40] Kazı sırasında mezarın kuzeydoğu ve güneybatı köşlerinde birer kiremit mezar bulunması bu sahanın daha sonraki dönemde nekropol olarak kullanıldığını gösterir.

[41] Dromosu mezar odasının tam ekseni üzerinde olmayan diğer mezarlar: R.O. Arık “Karalar Hafriyatı, TTEA Dergisi 11, şek.14, 1934; N. Fıratlı, “Adapazarı Tersiye Tümülüsü”, İst. Ark. Müze Yıllığı, no.9, res.9, 1960

[42] Beşik Tonozlu Mezarlar: H.O. Arık, a.g.e., s.102-107; A.M. Mansel, Trakya Kırklareli Kubbeli Mezarları, s.30 vd, 1943; M. Akok, Samsun Havza İlçesi Lergüde Köyü’nde bulunan Tümülüsler, Belleten XII, s.835-853, 1948; R. Temizer, Kalınkaya Tümülüsü Kazısı, Belleten XIII, s.803, 1949; N. Fıratlı, Bithynia Araştırmalarına Birkaç İlave, Belleten XVII, s.22, 1953; N. Fıratlı, Adapazarı Tersiye Tümülüsü, İst. Ark. müze Yıllığı, no.9, s.22-25, 1960

[43] Yatak ayaklarının benzerleri, helenistik mezar stellerinin üzerinde de görülür. N. Fıratlı, Les Steles Funéraires de Byzance Greco-Romaine, lev. X, 36, 1964

[44] Taşları madeni kentelerle bağlanmış helenistik mezar yapıları: R.O. Arık, a.g.e., s.113; R. Temizer, a.g.e., s.802

[45] Tonoz taşlarının ararlarına dıştan harç konan mezar: R.O. Arık, a.g.e., s.1

[46] Fıratlı Nezih, a.g.e., s. 16-17

[47] Meriçboyu Yıldız & Atasoy Sümer, İzmit Kanlıbağ Tümülüsü, İst. Ark. Müz. Yıllığı, 15-16, ayrı basım, 1969

[48] Meriçboyu Yıldız & Atasoy Sümer, age, s. 67, dn 3

[49] Şahin Sencer, 1974, s. 19. Mezar taşları içinde en önemli olanı bugün İstanbul Arkeoloji Müzesi’ndeki 603 envanter no’lu steldir. Nakleden Enis Karakaya, İzmit’te Bulunan Duvarları Resimli Mezar Odası, Sanat Tarihi Araştırmaları Dergisi, sayı 10 (Aralık 1991), s. 51, dn 8

[50] Fıratlı, age, s. 17; Umar, age, s. 5 (Katakomb=Erken hristiyanlık dönemi yer altı gizli kilise ve mezarlıkları); Mellink, Archeology in Asia Minor-AJA, 72 (1968), s. 145, nakleden Enis Karakaya, age, s. 51, dn 9   

[51] Zafer Ağar, Arkeoloji ve Sanat, Sayı 10, Yaz 1980, s. 17-18

[52] Aynı mahallede, belediyenin Memeli Dere kenarında bir istinat duvarı çalışması esnasında çıkan üç mezar ile yine aynı semtin yamacındaki Şahin Tepesi’nde spor alanı yapımında çıkan kum taşı lahit mezarlar, geç helenistik dönemi düşündürtmektedir.

[53] Pirelli Dergisi, Kutluca Tümülüsü, Nisan 1977, S. 151

[54] Dörner, Inschriften und Denkmaler aus Bithynien, 1941 adlı eserinde konumlama için nedense yakındaki Kutluca yerine çok daha uzaktaki Ekşioğlu’ndan bahsetmektedir.

[55] Dörner’in inceleme yaptığı yıllarda henüz Akmeşe Tümülüsü ortaya çıkarılmamış olduğundan, söz edememiştir.

[56] A. M. Mansel, Belleten, XXXVII, 146 (1973), 143-158

[57] Bolunun Sesi Gazetesi Tarih Notları

[58] Plinius, X, s. 39-48

[59] Pausanias, VII, 9

[60] Bolu İl yıllığı 1973, s.107

[61] Münster Üniversitesinden Dr. Sencer Şahin kitabeyi türkçeye çevirmiştir.

[62] Bolu Belediye Başkanı bu hipojeyi gördüğünü ve istenildiği zaman gösterebileceğini beyan etmiştir.

[63] Richard Pococke, A Description of the East and Some Other Countries, London 1743-45; Chevalier M. Otter, Voyage en Turquie et en Perse, Paris 1748, c.II, s.351-356; John Mac Donald Kinneir, Jurney through Asia Minor, London 1818,s. 269,557; William Francis Ainsworth, Travels and Researches in Asia Minor, London 1842, c.I, s. 30-34, c.II, s. 38-40.; D. Mordtmann, Anatolien skizzen und Reisebriefe aus Kleinasien, Hannover 1925, s.267

[64] Mürşit Yazıcı, Adapazarı Müz. Arkeolog, Irmak Dergisi, 2002/15, s. 21

[65] Editörün eki

[66] Dominique Kassab Tezgör-Tahsin Sezer, İst. Ark. Müz. Pişmiş Toprak Kandil Kat., s.112, 132-133 İstanbul Ark. Müzesi, env.6511 & 6512

[67] Mehmet Özdoğan, Tarih Öncesi Dönemlerde Anadolu ile Balkanlar Arasındaki Kültür İlişkileri ve Trakya’da Yapılan Yeni Kazı Çalışmaları, Tüba-Ar, 1/1998, s. 63-80

[68] Ivan Gatsov, Anadolu’da Kalkolitik Çağda Süt Ürünlari Üretimi, Tüba-Ar, 4/2001, s. 101-109

[69] Editör’ün ekidir.

[70] Mehmet Özdoğan, İzmit Körfezi Kuvarterner İstifi, Tarih Öncesi Dönemde İzmit Körfezi ve çevresi, s.349-351, 1995

[71] Karadeniz kıyı kumul yerleşimleri için özellikle bakınız Özdoğan 1984, Gatsov ve Özdoğan 1994

[72] Bu yerleşme 1977 yılında Dr. Güven Arsebük tarafından bulunmuştur.

[73] Bakınız Özdoğan 1983, Özdoğan 1989, Pasinli ve diğ. 1994

[74] Fıratlı Nezih 1958

[75] Fıratlı Nezih 1953

[76] Özellikle bakınız Özdoğan 1985 b, Özdoğan 1990 b

[77] Özdoğan 1993

Yorumlar